ALGI YÖNETİMİYLE NEREYE KADAR?
Bülent SOYLAN
www.gazetetekirdag.com
Günlük dilde “Su, yolunu bulur” denir…
Bahçesinde sulama yapmak için “arık” açanlar iyi bilirler bu iÅŸi.
Salarsınız suyu yukarıda bir yerden arığa, bulunduÄŸu yerin eÄŸimine ve ona açtığınız yola göre kendiliÄŸinden yayılır gider bahçenin derinliklerine doÄŸru.
“BileÅŸik kaplar” olayıdır bu aslında.
Lisede fizik okuyanlar da buradan anımsayabilirler bunu.
“BileÅŸik” yani birbiriyle baÄŸlantılı kaplarda suyu bir yerden basarsınız, “kendiliÄŸinden” öbür tarafta da yükselir.
Aynı şey ekonomide yaşanır;
Para’nın herkese, özellikle de halka “akması”, ancak sistem yani “milli ekonomi “kazandığı zaman” söz konusudur.
Ülke ekonomisine bir ÅŸeyler aktığı zaman…
Milli ekonomide kayıp devam ediyorsa; yolsuzlar, hırsızlar dışında kimse kazanamaz.
Aynen ÅŸu su meselesinde olduÄŸu gibi.
Bir ülke kendine yetecek kadar mal ve hizmet üretemiyorsa, ya da üretiyor ama bu üretimin ve dolayısıyla kazancın büyük kısmının sahipleri “yabancı” sermaye ise, “para” denen “ab-ı hayat” yani hayat suyu, bir türlü memleketin yoksuluna, iÅŸçisine, iÅŸsizine ve de emeklisine kadar akamaz.
Dosdoğru yabancıya akar.
Belki üç adım öteye birkaç kova su taşıyıp “bak o da oldu” denebilir ama; “taşıma su”dur sonuçta, ne devamı gelir, ne onunla geçinecek olan sıradan insanların deÄŸirmenini döndürmeye yeter.
Ne olur peki bu durumda?
BaÅŸta, “Üretemeyen ekonominin” üretemeyen çiftçisi, zanaatkârı, esnafı, sanayicisi para kazanamaz tabii ki…
Üretim yapamayan ülke, borç harç eline geçen üç kuruÅŸu da ithalata yatırır.
Sözde “bizde” üreten, ama patronları “dışarıdan” olan ekonomilerde bir garip çeliÅŸkidir bu:
Memleketinizin ürünüdür ama sizin deÄŸildir. Siz o yabancının müÅŸterisisinizdir sadece bu memlekette.
Katma deÄŸeri; kar payı transferiydi, hammadde ithaliydi, isim hakkıydı, fiyatta manipülasyondu derken bir yolunu bulup dışarıya, kendi ülkesine akar gider.
İşte bu arada, emeklerinden baÅŸka bir ÅŸeyleri olmayanlar da, üç otuz paradan yevmiyelerini kurtarabilmiÅŸlerse ne ala; o da yoksa aynen ÅŸimdiki Suriyeliler gibi boÅŸta gezer, bir yerlerden yardım bekler dururlar.
Tabii birilerinin yükselen plazalarına, rezidanslarına, lükslerine bakıp bakıp iç geçirerekten.
Buraya kadar anlaştık mı?
Toplumu “siyaset” yönetir.
Siyaset, birileri koltukta otursun da; her ÅŸey yerinde saysın, aman biz yürüyen “düzene” ters düÅŸmeyelim demek deÄŸil elbette.
Toplumu yönetmek, onu ve özellikle de geniÅŸ halk kitlelerini “ileriye taşıma”, “refahını yükseltme gayreti” demektir aynı zamanda.
ÖrneÄŸin, Ankara’nın bilmem ne tepesindeki refahın memleketin en ucundaki mezralara kadar, nerede bir yurttaşımız varsa, onun da ayağına kadar götürerek, hatta arttırarak yönetmek gerekir…
“Siyaset”i bir sanat, kendilerini de bu iÅŸin sanatçısı olarak görenler; bu iÅŸi, böylesine bir hizmet olarak deÄŸil de sadece “algı” yaratma, oy kapma mahareti olarak görürler. Attıkları nutuklarda, yaptıkları iÅŸlerde yurttaÅŸta “kalkınıyoruz” algısı yaratarak kendini beÄŸendirmeyi ve seçtirmeyi birinci öncelik sayarlar maalesef.
Bu dediğime kanıt mı istiyorsunuz?
Bakın siyasi partilerin harcamalarına, siz söyleyin:
Acaba bu gün partiler ellerine geçen paranın ya da bütçelerinin kaçta kaçını kendi üyelerinin ve seçmenin eÄŸitilmesine, araÅŸtırma- geliÅŸtirme iÅŸlerine, toplum için proje üretimine harcarlar; ne kadarını bu yapılanların(!) “propaganda”sı için ayırırlar?
Aynı ÅŸeyi siyasetçinin kullandığı “zaman” açısından da düÅŸünebilirsiniz.
Açıkça bellidir ki, “fikirsel üretim” (bir) ise, o üretilmeyen, geliÅŸtirilmeyen, alelacele ortaya atılan fikirlerin, projelerin “propagandası” için reklam ajanslarına akıtılan paralar (On) dur.
Siyasetin yönelimi “algı”ya doÄŸru kayınca da, ortaya refahı arttıracak bir model ya da projenin çıkmaması, siyasetin halka refah götürecek iÅŸlerin üretilmesine çok fazla eÄŸilmemesi sürpriz deÄŸildir.
Dolayısıyla, “sular” görünüÅŸte bazı çeÅŸmelerden gürül gürül aksa, ya da falan tarihten sonra böyle akacak dense de, o refahın yurt sathına yayılamayacağı, ve dağıtılamayacağı açık bir gerçektir.
Çünkü, bahçevanı da, fizikçisi de, ekonomisti de, suların ancak bileÅŸik kaplar prensibine göre akabileceÄŸini, yani dağıtım kanallarının açılmış, “siyaset arazisinin” mutlaka kaynaktan en uca doÄŸru akıtmaya “meyilli” olması gerektiÄŸini iyi bilirler.
Bizim ülkemiz yoksul insanlar ağırlıklıdır.
İşsizlik kol gezer.
İşçisi karın tokluÄŸuna çalışır.
Emeklisi çaresizdir, ay sonunu nasıl getirdiÄŸini bir kendisi bilir….
Peki “doÄŸru” ve iÅŸi bilen bir siyasetçi, böyle bir yapı karşısında öncelikle “algı yönetimi”ne mi çalışmalı, yoksa bu iÅŸin çözümüne soyunup iÅŸin üstesinden gelmeye mi uÄŸraÅŸmalıdır sizce?
Hangisi yarayışlı?
Tabii ki “ikincisi” deÄŸil mi?
Yani bu ülkenin geçim sıkıntısı çeken 46 milyonluk yoksulluk sınırı altında yaÅŸayan kitlesinin önünü açabilecek niyette, baÅŸarabilecek kabiliyette olanı deÄŸil mi?
O zaman şu soruyu soralım:
Bir ülkede refahı yükseltmenin yolu laftan deÄŸil de ekonomiden geçiyorsa, fakir fukaranın refahını yükseltirken iÅŸe ekonomi çarkının nasıl hızlandırılacağından, bu konulardaki çalışmalarınızı anlatmaktan mı baÅŸlarsınız, yoksa “orasını bize bırakın” deyip öncelikle herkese para dağıtılacağını falan anlatmaktan mı?
Hele hele ekonomide çarklar pek de hızlı dönmezken, dönse de ülke çıkarına dönmezken siz halka bununla bir ÅŸeyler verebilir misiniz?
Veremezsiniz tabii ki.
Kuru çeÅŸmeleri bilir misiniz?
Hani musluÄŸu, yalağı, su gideri falan her ÅŸeyi vardır; hatta üzerinde “Sahib-ül hayrat filan kiÅŸidir” gibi “toplum yararına” anlamında bir ÅŸeyler yazar da bir tek kusuru vardır pek suyu akmaz.
Neden?
Bütün teferruatı düÅŸünülmüÅŸtür, hayır sahibine bir dönem itibar da getirmiÅŸtir ama o suyun nereden geleceÄŸi üzerinde pek çalışılmamıştır.
Oysa basit:
-YaÄŸmurlar yaÄŸmazsa dereler akmaz,
-Dereler akmayınca barajlarınız dolmaz,
-Barajlar dolmayınca borulardan su gelmez değil mi?
Hadi bakalım, akıtın o çeÅŸmeden suyu insanlara, nasıl akıtacaksanız.
ÇeÅŸme başında “akıtacağız” demekle olmaz, önce yaÄŸmurun düÅŸmesi gerekir o topraÄŸa.
Åžimdi gelelim daha açık anlatımına:
“Kimse iÅŸsiz kalmayacak!”
Bir ülkede iÅŸsize iÅŸ nasıl bulunur dersiniz?
Sadece iki tane yol var deÄŸil mi? Ya Devlet ya özel sektör.
“Hiç kimse iÅŸsiz kalmayacak” derken modeliniz boÅŸta bekleyen milyonların hepsini devlet ya da belediyeye alıp her masaya ikiÅŸer üçer ya da kucak kucaÄŸa oturtmak mıdır çözüm?
Olmayacağı belli.
Özel sektöre, “ArkadaÅŸ biliyorum sıkıntıdasın ama al ÅŸu üç milyon adamı daha bordrona, ha öyle batmışsın ha böyle, mühim olan istihdama katkıda bulunmaktır” demek mi?
O da olmaz.
O zaman bir tek ihtimal kalıyor geriye; biraz akla zarar ama, Ya Suriyeli misali ne kadar iÅŸsiz varsa bir bahaneyle topunu baÅŸka ülkelere sürüp, göçe zorlayıp bu memlekette gerçekten iÅŸsiz kimse bırakmamak, ya da Almanya’nın 1960’lardaki gibi yeni bir iÅŸgücü talebine bel baÄŸlamak.
Matematik bunlardan baÅŸkasını icad edemedi henüz.
Siz bir söylesenize, hangisi en akla yakını?
Yine, bu ülkede emekliye nasıl refah saÄŸlanır acaba?
Emeklinin parası bizim sosyal güvenlik kurumundan yani sonuçta genel bütçeden ödenir deÄŸil mi?
Peki bu ülkenin bütçeleri tarih boyunca açık vermiÅŸse, ÅŸimdi giderek daha da açılıyorsa, borçlanmaların asıl kaynağı bütçe açıklarıysa, emekliyi kalkındırmaya o “mevcut “bütçeden para vermekle mi baÅŸlarsınız, yoksa önce bütçenizi düzeltecek tedbirleri almakla mı?
Demek ki emekliye ÅŸunu vereceÄŸim demenin ilk ayağı “bütçeye ÅŸuradan ÅŸu kadar daha girecek” demektir.
Çünkü girmeyen para çıkamaz.
Önce bütçeyi düzelteceksiniz diyelim:
Bunu kalan son üç beÅŸ kamu malını daha satarak mı yaparsınız, yoksa biraz daha borçlanarak mı?
“Hayır daha fazla borçlanma yok, vergi toplarım” diyeceksiniz deÄŸil mi?
Çünkü “borçlanırım” derseniz, zaten “battı balık yan gider” deriz, Gerisini konuÅŸmaya gerek kalmaz.
Peki nereden toplanacak bu vergiler?
Giderek gerileyen, üretemeyen, hisselerini her gün biraz daha yabancı sermayeye kaptıran sanayiciden, artık esamisi okunmayan esnaftan mı, yoksa o en azından 46 milyonunu “kalkındırma” kapsamına aldığınız iÅŸçi, iÅŸsiz, emekli, yoksuldan oluÅŸan tüketiciyi vergilendirerek mi?
Malum, Türkiye’de vergilerin yüzde sekseni “tüketiciden” yani halktan toplanır.
O zaman “halktan alıp halka vermek” gibi bir “devri daim”den baÅŸka bir ÅŸey olabilir mi yapacağınız.
Emekliye daha fazla para vereceksiniz deÄŸil mi?
Güzel, yani emek dostusunuz.
Peki, emek dostu olanlar, “emekçinin emeklisine” bunu vaat ederken; “ÅŸu anda çalışmakta olanına” yani her sabah iÅŸe giden emekçisi için bir ÅŸeyleri diyemez mi öncelikle?
Mesela istihdam üzerindeki vergi ve sigorta yükünü “diÅŸe dokunur” biçimde hafifleteceÄŸiz, asgari ücreti yoksulluk sınırına çıkaracağız ki memlekette hiç yoksul kalmasın, devletin yükü yoksulun sırtına binmesin, kıdem tazminatını asla yedirtmeyeceÄŸiz falan gibi…
Diyemezsiniz, çünkü o zaman da “küresel sermaye” ile aranız bozulur.
Üstelik cari açık büyürken, adamlar bavulu toplamış, siz “ha çıktı ha çıkacak” diye gitmelerinden endiÅŸelenirken bunu da yapamazsınız.
İsterseniz açın o 1999-2000 yılının eski niyet mektuplarını bir daha okuyun ki aynı yanlışlara düÅŸülmesin. Hele altındaki imzaları bilhassa atlamayın
Demek ki her ÅŸeyin bir “sıra”laması var.
Tabii o sıralama yapılırken bir de iÅŸin “eko-politik” felsefesi…
Söyleyelim:
-İç pazarın yabancı istilasından kurtarılması, dış pazarların yeniden kazanılması konusunda bir ÅŸey “oldurulamadığı” zaman genel ekonomi “para” kazanamaz. Çünkü ya kendiniz üretirsiniz alımdan kazanılır ya yeni pazarlar açarsınız satımdan kazanılır..
-Öncelikle bunları çözmezseniz, genel ekonomi kazanamaz; kazanamayınca da ne üretici ne sanayici para yüzü göremez.
-Onlar para kazanamayınca asla yeni iÅŸçi alamaz, olana para da veremez.
-Kazanamayınca vergi de ödeyemezler.
Toplanamayan vergi ile emekliye daha fazla para ödenemez, yoksula hiç bakılamaz.
Bu sırayı atlamadan, yani sırasıyla bir ÅŸeyleri çözdünüz çözdünüz…
Çözemez de iÅŸe tersinden baÅŸlar,” al sana ÅŸu kadar buna ÅŸu kadar” derseniz; kusura bakmayın ama sular hiçbir zaman tersine akmaz.
Kaynağı yaratılmamış, kazanılmamış para dağıtılamaz.
Soruyor gazeteci:
“Emekliye de para verecek misiniz, verecekseniz nereden vereceksiniz?”
El cevap: “Hani ÅŸu tütünden alınan ÖTV’ler var ya, tam 25 milyar” iÅŸte onları vereceÄŸiz”
“Peki, o paralar daha önce zaten bizim bütçe çanağına girip yine bütçenin giderlerine harcanmıyor muydu?
Bu iÅŸ aynen dam aktaran adamın çatıda bir tarafın kiremitlerini kaldırıp öbür tarafa dizmesi, sonra da bak ben falan yeri de iyice örttüm demesi gibi bir ÅŸey deÄŸil mi?
E kardeÅŸim bu tarafı örttün tamam ama bu arada bir yerleri de açmadın mı?
BütçeciliÄŸin daha ilk dersinde öÄŸretilen “adem-i tahsis” yani “tahsis etmeme” prensibinin en aykırı örneÄŸi deÄŸil midir bu açıklamalar(!)
Bu bütçecilik mi sizce?
“Vallahi aslında bunu bir bilenimiz var, dur bakalım “gelirse” ona danışıp bir ÅŸeyler yaptıracağız” mı diyorsunuz?
Kendisi herhalde “Fıkara babası” falan olmalı diye umutlandıracaksınız insanları belki…
“Kırk yıllık Yani, olur mu Kani” diye de bir lafımız vardır bizim.
Dolayısıyla o iÅŸ olmasına olmaz ya; haydi olur diyelim bir an için;
Tut ki adamın iÅŸi çıktı ya da hesabına uymadı, o da gelmedi, gelemedi?
No’lacak?
O olmasa da yaparız diyorsanız onu niye bekliyorsunuz?
O olmadan yapamayız diyorsanız niye kendisi gelmeden, ÅŸimdiden çok ÅŸey vaad ediyorsunuz?
Hele hele ÅŸu anda ekonomi gemisi ÅŸiddetle su almakta ve her geçen gün biraz daha gömülmekte, yarının bile ne olacağı belirsiz iken.
_________
Not:
1.Bu yazı 2015 yılında yayınlanmıştı. Ama ne enteresan, hala bir yenisini yazma gereği duyulmuyor.
2.Yazıda "bir bilen" olarak sözü edilen, o tarihlerde gündemde olan sayın K.DerviÅŸ idi.
3.Eskimeyen diÄŸer yazılar için: