EMPERYALİZMİN YENİ ADI

ZENGİN ÜLKELERİN EGEMENLİĞİ

Emperyalizm kavramının Marksistler tarafından bile, yararlı veya ilgili görülerek “çerçeve kavram” olarak kullanılması oldukça seyreldi. “Emperyalizm” kavramı zengin ülkelerdeki “popüler söylemden” ve “akademik yazından” neredeyse tamamen çıkarıldığı izlenmektedir

 ERSİN DEDEKOCA

Hem popüler hem de kuramsal yazında, 1970’lere kadar Marksist düÅŸünürlerin yaygın olarak kullandıkları fikirlerin başında “emperyalizm” gelirdi. Fakat söz konusu kavramın son zamanlarda Marksistler tarafından bile, en azından akademik çevrede, yararlı veya ilgili görülerek “çerçeve kavram” olarak kullanılması oldukça seyreldi. GeçtiÄŸimiz on yıllarda “emperyalizm” kavramı zengin ülkelerdeki “popüler söylemden” ve “akademik yazından” neredeyse tamamen çıkarıldığı izlenmektedir.

Bu haftaki yazımızı, Sam King’in 28 Ekim tarihli yazısından esinlenerek, anılan bu “anlamlı kavramın kullanılmasındaki nadirleÅŸmenin” saptanmasına, yerinin ikamesine ve temelinde yatan “dönüÅŸüme” ayırdık.[1]

KAVRAMDA ve UYGULAMADA DÖNÜÅžÜM

Üçüncü Dünya toplumlarında “kitle temelli ulusal kurtuluÅŸ mücadelelerinin” desteklediÄŸi “savaÅŸ sonrası radikal emperyalizm anlayışı”, Üçüncü Dünya toplumlarının “emperyalist çekirdek (o zamanki egemen sınıf)” tarafından “ekonomik olarak sömürülmesine” meydan okumaktaydı.

Fakat 1990’lara gelindiÄŸinde, bu mücadelelerin gerilemesi ve SSCB sisteminin (o yıllarda komünizmi temsil ediyordu) çöküÅŸüyle ​​birlikte “antiemperyalist söylem” büyük ölçüde terk edildi. ÇoÄŸu yerde bunun yerini, ulusal sömürü dinamiklerini görmezden gelen “küreselleÅŸme” kavramı aldı. Yeni kavram hemen kendi söylemini, kuramını ve her kesimden savunucularını yarattı.

Zengin ülke iÅŸçilerinin önemli bir bölümü iÅŸlerini “ucuz emek ekonomilerine” kaptırırken, mevcut “eleÅŸtirel söylemin” odaklaÅŸması da deÄŸiÅŸti. Åžöyle ki, sistem muhaliflerinin söylemi de, bu deÄŸiÅŸim üzerinde durmak yerine, ulusal sınırları yok eden ve “Birinci Dünya toplumlarının küresel egemenliÄŸini baltalayan” ÅŸirketler üzerinde yoÄŸunlaÅŸtı.

GEORGE BUSH İLE YENİ DÖNEM

George Bush’un 21. Yüzyılın başında ABD baÅŸkanı seçilmesinden sonra, emperyalizm üzerine yazılarda kısa süreli bir yükseliÅŸ yaÅŸandı. Bu yükseliÅŸte, kendini bir kez daha açıkça “imparatorluk” ilân etmenin, ABD’nin dünya gücüne fayda saÄŸlayacağını düÅŸünen “savaÅŸ yanlılarının” öncülüÄŸü izlendi. Harvey gibi önde gelen Marksist yazarlar da, bu baÄŸlamda “emperyalizmi yeniden tanımladılar”.

Günümüzde Çin’in, ABD ile zengin ülke müttefiklerinin “ekonomik egemenliÄŸine sözde bir tehdit” olarak yükseliÅŸi hakkındaki çok “yaygın saplantı” da aslında, bu konudaki günümüz olgusunun net olarak anlaşılmasını gölgelemektedir. Bir baÅŸka anlatımla bu durum, eleÅŸtirel düÅŸünürlerin Üçüncü Dünya toplumlarının “emperyalist merkez devletler” tarafından süregelen ve yıkıcı sömürüsüyle ilgili fiili durumu görmezden gelmesine yol açmaktadır.

Yerkürenin birçok yerinde “sömürgeciliÄŸin sona erdiÄŸi” İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, zengin ve yoksul ülkeler arasında ortaya çıkan büyük ”geliÅŸmiÅŸlik uçurumu”, bunu izleyen 75 yılda ortadan kalkmadığı gibi, daha da kötüye gitmekte ve bu kötüye gidiÅŸ sürmektedir.

AÅŸağıdaki “ABD, BirleÅŸik Krallık, Almanya, Japonya, Fransa, Avustralya, Çin, Meksika, Brezilya, Endonezya ve Hindistan ülkelerindeki kiÅŸi başına ABD Doları cinsinden GSYİH’yi” gösteren grafik, zengin ülkelerdeki gelir seviyelerinin, “neoliberal küreselleÅŸme” ve “Çin de yaÅŸanan geliÅŸme” dönemlerinde bile fiilen yükseldiÄŸini; diÄŸer ülkelerle gelir farklarının açıldığını göstermektedir.

Kaynak: PPE, agm. son not (1)

GÜNÜMÜZ DÜNYASINDA DURUM

Bugün dünya o kadar bölünmüÅŸ durumda ki, dünya nüfusunun yaklaşık yüzde 87’si yoksul ülkelerde, sadece yüzde 13’ü zengin ülkelerde ve 1’den azı ise Portekiz, Romanya ve Çek Cumhuriyeti gibi bir avuç küçük, orta gelirli ülkede yaÅŸamaktadır.[4]

Dünya sisteminin bu “iki parçaya bölünmüÅŸ en çarpıcı özelliÄŸine (zengin-yoksul)”, insanlığın tüm düÅŸünürleri kafa yormalı, yorumlamalı ve dikkat göstermelidir. Söz konusu bölünmeyle ilgili olarak King, ÅŸu can alıcı sorusunu dikkatlere sunmaktadır: Modern emperyalist sistem, sömürgeciliÄŸin sona ermesinden bu yana geçen yaklaşık 75 yılda, sömürge döneminde var olan aynı zengin-yoksul ayrımını yeniden üretmeyi nasıl baÅŸarmıştır?

Bu baÄŸlamda, “zengin ve emperyalist ülkelerle, onların egemen sınıflarının, mevcut konumu sürdürmek için hangi somut mekanizmaları kullandığı?”; “Modern kapitalizmin neden, neredeyse hiç ortası olmayan iki farklı ülke grubuna yol açtığı?; “Yeryüzündeki büyük yoksul toplumları ‘ekonomik boyunduruktan kurtulmaktan alıkoyanın” tam olarak ne olduÄŸu?; “Zengin ve yoksul toplumlar arasındaki iliÅŸkiyi tanımlayan ve aracılık eden temel faktörleri” en iyi nasıl anlayabiliriz?

Soruların yanıtları önem kazanmaktadır.

Sam King söz konusu makalesinde, 1980’den bu yana küresel ekonomide hâkim olan “neoliberal sistemde”, “küresel emek süreçlerinde yaÅŸanan geliÅŸmelere iliÅŸkin akademik araÅŸtırmaların” ve iÅŸ dünyasını kapsayan haberlerin içerdiÄŸi “yeni verilerin kilit bölümlerinden” yararlanılmasını önermekte ve bu yöntemi son kitabında uyguladığını belirtmektedir.

YOKSUL ÜLKELERİ BU KISKAÇTA TUTAN NEDENLER

Kapitalist sistem içindeki yoksul ülkelerin, devlet liderliÄŸindeki en ciddi ve güçlü çabalarla bile “bu darboÄŸazdan kurtulamamasının iki temel nedeni” bulunmaktadır. Bunların ilki ÅŸu ÅŸekilde açıklanmaktadır: Herhangi bir toplumun yürüttüÄŸü emek süreci, o toplumun sosyoekonomik kapasitesinin ve karakterinin en önemli belirleyicisidir. Bu nedenle düÅŸük teknolojili ağır iÅŸlerin günlük yükünü taşımak, yoksul toplumları “karşıt iÅŸ türünde rekabet etmekten” alıkoymaktadır.

İkinci neden ise, kapitalist rekabetin toplumları “rekabet avantajına sahip oldukları alanlarda uzmanlaÅŸmaya” zorlamasıdır. Tam da sömürgecilik mirası ve 75 yıllık yeni sömürgecilik nedeniyle, yoksul toplumların, yoÄŸunlukla “basit ve ucuz emek süreçlerinde rekabet” ettikleri gözlenmektedir. Bu nedenle dünya pazarının mantığı ve buna karşılık gelen ev içi toplumsal yaÅŸam, emperyalist “yüksek teknoloji üretimiyle rekabet etme giriÅŸimlerini” güçlü bir ÅŸekilde geriye ittiÄŸi görülmektedir.

Güçlü “çok uluslu ÅŸirketler (ÇUÅž)” ve onların “emperyalist devletlerdeki koruyucuları” tarafından yapılan ÅŸiddetli geri itmeyle birlikte gerçekleÅŸen “organik geriye itilme”, kapitalizm içinde “geliÅŸmeye yönelik tüm giriÅŸimleri kötü sona mahkûm eden” ve etmeye devam edecek olan bir olgu olduÄŸu anlaşılmaktadır.

King, çoÄŸu okur için Çin’in, sistem içindeki bir “istisna” veya “sisteme yönelik bir meydan okuma” olarak görünebileceÄŸini hatırlatmaktadır. Ancak söz konusu kitabında, Çin’in geliÅŸmiÅŸ ülkelere yetiÅŸtiÄŸi, hatta öncü olduÄŸu sanayiler açısından bakıldığında, bu sektörlerde (örneÄŸin telekomünikasyon (5G dâhil), enerji üretimi ve havacılıkta), “emperyalist ekonomilerle gerçek bir yakınlığa ulaÅŸmadığını” irdelediÄŸini söylemektedir.

Ne dersiniz, yukarıda özetlediÄŸimiz iki temel sebep ve ÇUÅž için aktardığımız gözlemler, Türkiye’de yaÅŸananları da kapsıyor mu? Bence tam oturuyor. Öyle ki, ülke tüm birikimlerini ve mücevherlerini bu uÄŸurda elden çıkarmış; “kırılganlıklar” içinde yüzen, tümüyle dışa bağımlı, “mukayeseli üstünlüklerini” yitirmiÅŸ, emek piyasası yerlerde, kurumsal kazanımlarını kaybetmiÅŸ, ulusal parası pul, “gri listede” bir ülkeye dönüÅŸmüÅŸtür.