ÖZELLEÅžTİRME ÜZERİNE AYKIRI DÜÅžÜNCELER

MEHMET ASLAN

Sokrates ne demiÅŸ:

“Gençler, evlenin! Her halükârda kârlı çıkarsınız. Karınız iyi çıkarsa mutlu olursunuz. Kötü çıkarsa da ne gam, benim gibi filozof olursunuz…”

Ben de mühendislik hayatımın baÅŸlangıcında, 20 yıldan fazla devlet iÅŸletmelerinde çalıştım. Bu yüzden belki zengin olamadım, ama her adımda karşımıza dikilen çetrefil problemleri çözmeye ve yorumlamaya çabalarken filozof oldum diyebilirim.

Genel olarak Türkiye sanayiinde ve özellikle devlet iÅŸletmelerinde yönetim tarzı, insan iliÅŸkileri ve aksaklıklar üzerine çok kafa yordum. Ta 80’li yıllardan beri, bu hususta ne bulduysam okudum.

İvan Gonçarov’un muhteÅŸem romanı Oblomov’dan, Max Weber’i Türkiye’ye uygulayan ve geliÅŸtiren Prof. Dr. Sabri F. Ülgener’in “Zihniyet…” kitaplarına kadar, İTÜ’den Makine ve Elektrik Mühendisi olarak mezun olduktan sonra hem siyasette, hem de sanayide yol açıcı büyük iÅŸler yapan Burhan OÄŸuz’un bir zamanlar Cumhuriyet Gazetesi’nin ikinci sayfasında yer bulan çok aydınlatıcı yazılarından Türkiye’de dini siyasete alet etme suçlamasıyla hapse atılan ilk ve tek sosyalistimiz olan Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın 1961 tarihli “Sosyalizmimiz ve DevletçiliÄŸimiz” baÅŸlıklı risalesine kadar…

Genç mühendislere de hep bu ve buna benzer kitapları okumalarını tavsiye ettim. Çayırhan’da kendi cebimden 25 tane Oblomov alıp bütün mühendislere dağıttım.

Ama daha öncesi de var tabii. YataÄŸan’da özelleÅŸtirme ha oldu ha olacak denilen günlerde, 1998 yılında kaleme aldığım “ÖzelleÅŸtirme Üzerine Aykırı DüÅŸünceler” internette çeÅŸitli platformlarda okundu, tartışıldı ve yankılar yarattı. Ama esas olarak hitap etmek istediÄŸim sol kesimde pek kabul gördüÄŸü de söylenemez.

Artık bir “tarihi belge” özelliÄŸi kazanan bu yazımı da eski günleri anmak için yeniden yayınlamayı yanlış bulmadım.

Epeyce iddialı bir üslûpla yazılmış olan bu yazıyı hiç deÄŸiÅŸtirmeye gerek duymadım. Çünkü aradan 20 yıldan fazla zaman geçmesine raÄŸmen, bence bu yazı hâlâ doÄŸruluÄŸunu ve güncelliÄŸini devam ettiriyor…

Biraz uzun olsa da okumanızı tavsiye ederim

“Devletçilik iyi mi, kötü mü? Adamına bakar. İnkılâpçı bir hükümetin elinde devletçilik en yüksek verim, millî kalkınma zaruretinin en canlı ilâcıdır. Mürteci bir hükümetin elinde, aynı devletçilik hazır yiyici memur sürüsünü vatanın başına belâ etmek ve milletin toplu tekniÄŸini çeÅŸit çeÅŸit vurguncu ve hırsız çetelerine peÅŸkeÅŸ çekmek olur; sosyal soysuzluÄŸun en alçakça ve kahpece oyunlarına kapı açan millî bir zehir haline gelir.”

(Hüseyin Himmet KIRÅžEHİRLİ : Osmanlı Tarihi, sayfa 75, Tarih Bilimi Yayınları, İstanbul, 1982.)

Sol kesimde özelleÅŸtirmeye karşı çıkmayan yok gibi. Hatta bunu solculukla özdeÅŸleÅŸtirmeye kadar götürenler bile var. Avrupa için neyse de, hele söz konusu ülke Türkiye ise, biraz daha ihtiyatlı konuÅŸmakta fayda var. Bu yazıda, genel sol ortamımızda geçerli ifade tarzına epeyce ters gelebilecek bazı tespitler ve teklifler ortaya konmaya çalışılacaktır. Gerçi yazıda ortaya konulan fikirlerin büyük bölümü pek ‘yeni’ deÄŸildir. Zaten ne demiÅŸ ÅŸair: “Yeni sözler arama nafile / Derdim yeni olsa anlarım.” (Melih Cevdet Anday, Alaturka, 1946) Sadece son geliÅŸmelerin yarattığı etkilerle bazı kavramların örneklerle daha da somutlaÅŸtırılmasından söz edilebilir. Bu kapsamda özelleÅŸtirme konusu devletçiliÄŸimizle, devletçiliÄŸimiz ise ayrılmaz bir biçimde ikiz kardeÅŸi olan devletçi sendikacılığımızla birlikte ele alınacaktır.

1.Türkiye’de devletçilikle Batı’da devletçilik farklıdır :

ÖzelleÅŸtirmeden söz edebilmek için öncelikle ortada bir devlet veya kamu malı olması ÅŸarttır. Öyleyse özelleÅŸtirme konusuna girmeden önce devletçiliÄŸin Batı’daki ve Türkiye’deki kökenlerine inmekte fayda görüyoruz.

1917’den sonra Sovyetler BirliÄŸi’nde ve 1945’ten sonra DoÄŸu Avrupa’da kurulan sosyalist uygulamaları ayrıca ele almak üzere bir yana koyarsak Batı kapitalist ekonomilerinde devletçi uygulamalar genellikle İkinci Dünya Savaşı sırasında veya sonrasında baÅŸlamıştır. Amacı savaÅŸ sırasında mevcut sermaye ve iÅŸgücünü kapitalist üretim anarÅŸisinin rastgele israfına terketmeden plânlı bir ÅŸekilde düÅŸmana karşı seferber etmek ve savaÅŸ sonrasında yıkılan, yerle bir edilen ülke ekonomilerini bir an önce yeniden imar etmeye yöneliktir. Demek ki Batı’daki devletçi uygulamaların tarihi, sosyalist ekonomileri de hesaba katarsak en fazla yetmiÅŸ-seksen yıldır. Ama bizde durum epeyce farklıdır. Bazı tarihçilerin Hitit’lerden, bazılarının Bizans’tan baÅŸlattıkları kadim devletçilik geleneÄŸi en insaflı hesapla Fatih kanunnamesinden beri en az 500 yıldır bu topraklar üzerinde hüküm sürmüÅŸtür ve hayaleti ta iliklerimize kadar iÅŸlemiÅŸ olarak hâlâ yaşıyor. İster istemez insanın aklına geliyor: CHP kökenli solcularımızın öve öve bitiremediÄŸi 1930 model devletçilik de bu hayaletin reenkarnasyonu (yeniden ete kemiÄŸe bürünmüÅŸ olarak karşımıza dikilmiÅŸ bir ÅŸekli) olmasın sakın?

Batı’da iÅŸveren sınıfı diÄŸer halk kesimlerini de arkasına alarak geliÅŸimin önünde ayakbağı haline gelen derebeyi devletini yıktı ve kendi devletini kurdu. Sınıf olarak çıkarlarını hem gerici derebeyliÄŸe ve hem de yeni yeni sınıflar savaşına soyunmaya baÅŸlayan ilerici iÅŸçi sınıfına karşı savunmak üzere hem anayasal kurallarını koydu ve hem de bu düzeni zorla ayakta tutacak silahlı ordu gücünü örgütledi. Bu kuralları çiÄŸnemeye kalkanlara kendi sınıfı içinden dahi olsalar müsaade etmedi ve mülksüz sınıfları ‘eÅŸitlik’ içinde sömürmenin ‘özgürlük’ ve ‘adalet’ini saÄŸlamanın yollarını aradı.

Bizde ise devlet kalubeladan beri vardır ve dokunulmazdır. Bu yüzdendir ki isabetle kullanılan sıfatlarından biri: ‘devlet-i ebed müddet’tir.  ‘400 arslandan’ günümüze yadigâr ‘sünuf-u devlet’ (yani: ilmiye, seyfiye, mülkiye ve kalemiyye)  ‘devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüÄŸünü’ ayakta tutabilmek için ortalıkta kuÅŸ uçurtmaz. ‘Raiyyet’in (güdülenlerin) bu konuları tartışmaları dahi en büyük günah sayılır. ‘MüteÅŸebbislerimiz’e gelince bu sıfata ancak tırnak içinde sahip olabilecek yaradılıştadırlar. Onlar için devlet: iltizam, istikraz ve en son ihale dümenleriyle tırtıklanacak bir ‘Miri mal denizi’nden baÅŸka bir ÅŸey deÄŸildir. Bu uÄŸurda devletlûların her dediÄŸine önlerini iliklemiÅŸlerdir. ‘Tecimendirler, yüzyıllar boyunca karılarına hükümdarların sataÅŸmasını ağırca bir vergi olarak kabullenmiÅŸlerdir.’ (Cemal Süreya, Sevda Sözleri, 2010, sayfa 130) Bilirsiniz, daha bir kaç yıl önce, sonradan görme zengin ve aÄŸzı bozuk bir Devlet Bakanı’nın kendilerine neredeyse ana avrat sövmesini dahi zarif bir sessizlikle geçiÅŸtirmiÅŸlerdir. Åžimdi gel de, derebeyinin kanunsuz olarak el koyduÄŸu alt tarafı iki at için (hayır! prensipleri için) Almanya’yı yangın yerine çeviren Michael Kohlhaas’ı arama bakalım! Bizimkiler ise sopayı görünce aporta kalkmayı (veya alafranga dansa!) en piÅŸkin Kayseri’lilik olarak takdim etmekten hiç utanıp sıkılmıyorlar.

“Örnek alalım: bir İngiliz iÅŸvereni ile lordu, anayurdunda: Devletin kanunu, hatta örf dışında kılını kıpırdattırmaz; dünyada: Hemen yarı yeryüzünü sömürge ve yarı-sömürge gibi kullanır. Bir de bizim aÄŸalarımızla bezirganlarımıza bakalım: hepsi Devlet koltuÄŸunda ÅŸakÅŸakçı teb’a, rüÅŸvetçi müteahhit kenedirler; ‘yurtseverlik’i bu yönde anlar ve savunurlar. Dünyaya gelince, onlar ecnebi mallarına ajan ve yabancı nüfuzuna hayran olmaktan hiç tedirgin düÅŸmezler. Bu, her çiÄŸ ve acı güçlüyü kendisine ‘Metbu’ (Süzeren: üst aÄŸa) saymaya hazır insanlara OrtaçaÄŸda ‘Vasal’ (Kul Taifesi) denir. Demek, bizim yönetici sınıflarımız henüz vatandaÅŸ, modern yurttaÅŸ bile olmamışlardır.” Tevekkeli deÄŸil, anayasalarımızı da, babayasalarımızı da hâlâ olaÄŸanüstü hâl yönetimleri hazırlıyor. Berikiler de, hafif bitleri kanlanınca, bu durumdan ÅŸikâyet etmeyi ve bunu da en hızlı ‘sivil demokratlık’ olarak pazarlamayı marifet biliyorlar.

Böyle bir ülkedeki devletçilikle Batı’daki devletçiliÄŸi birbirine benzetmek herhalde OrtaçaÄŸla Modernçağı birbirine karıştırmaktan farksızdır. “Batı’da sosyalist devletçilik, iÅŸverenin hesaplılığına dayanır; bizde ‘Devletçi Sosyalizm’ -bilerek, bilmeyerek- Ortaçağın tartısız, darasız keyfiliÄŸini okÅŸar.”

2.Türkiye’de özelleÅŸtirmenin anlamı Batı’dakinden farklıdır:

Hal böyle olunca, elbette ki özelleÅŸtirmenin taşıdığı anlamlar da farklı olmak durumundadır. Batı’da savaÅŸ rüzgârları geride kalınca ve hele ‘ezeli ve ebedi düÅŸman’ sosyalist blok da elden ayaktan düÅŸüp korkulacak bir tehdit unsuru olmaktan çıkınca, daha önce 40’lı yıllarda devletçilikten umulan fonksiyonlar artık gereksiz hale gelmiÅŸtir. Öte yandan gitgide katlanarak büyüyen ve aynı markada bazen dört-beÅŸ ismi barındıran acayipliklerle ‘globalleÅŸen’ sermaye kendine yeni yatırım alanları ve yutulacak yeni sanayi kolları aramaktadır. Bütün bu çeÅŸitli etmenlerin bileÅŸimi 80’li yıllarda Batı’da özelleÅŸtirmenin güçlü bir moda olarak ‘Yeni Dünya Düzeni’nin bayrağında kendine çok önemli bir yer saÄŸladığını gösteriyor. Bu aynı zamanda çözülen sosyalist ülkelerdeki kamu mülkiyetinin yaÄŸmalanması ve bu ülkelerin en baÅŸta ekonomik olarak iÅŸgali anlamını taşıyor. Kısacası Batı’daki özelleÅŸtirme, nisbeten kısa süren bir devletçilik uygulamasının ardından sosyalist blokun da çöktüÄŸünü görüp ‘köpeksiz köyde deÄŸneksiz dolaÅŸan’ finans kapitalin eski büyük korkuyu hatırlatan her türden kamusal adacıkları ortadan kaldırma giriÅŸimidir.

Türkiye’de ise özelleÅŸtirme konusu bambaÅŸka bir tarihe ve anlama sahip. Meselâ Turgut Özal, ölmeden önce hep ‘Batılılara özelleÅŸtirmeyi ben öÄŸrettim!’ diye ÅŸiÅŸinir dururdu. Oysa böbürlenmesine hiç gerek yoktu, çünkü henüz hafızasını yitirmemiÅŸlerin çok iyi bildikleri gibi bu ‘yalancı pehlivanlığımızın’ tarihi çok daha gerilere gidiyor. Tarihin ne garip tesadüfüdür ki Batılı kapitalist ülkeler çare olarak devletçiliÄŸe sarılırken, 40’lı yılların sonlarında Demokrat Parti’nin Menderes’i çoktan: ‘iktidara geldiÄŸi takdirde devlet iÅŸletmelerini özelleÅŸtireceÄŸi’ palavrasına baÅŸlamıştı bile! 29 Mayıs 1950 tarihinde okunan Birinci Adnan Menderes hükümetinin programına bakalım: “Bundan böyle amme karakterini haiz olmıyan sahalarda iÅŸletmeciliÄŸe geçmiyeceÄŸimiz gibi, muhtelif sebepler altında kurulmuÅŸ olan iÅŸletmeleri, amme hizmeti gören ve ana sanayie taallûk edenler hariç, muayyen bir plan dahilinde elveriÅŸli ÅŸartlarla peyderpey hususi teÅŸebbüse devretmeye çalışacağız.” (İsmail ARAR : Hükümet Programları 1920-1965, s. 216, Burçak Yayınevi, 1968.)

Sonra ne mi oldu? “Demokrat Parti rahmetlik, bir tek sözünde durmuÅŸ olmak için Devlet iÅŸletmelerini satılığa çıkardığı zaman, bir tek ciddi özel sermayeci müÅŸteri çıkmadı. Ancak, bedavaya verilir ve üstelik diÅŸ kirası para da ödenirse, DevletçiliÄŸimizi utandırmamak için devlet iÅŸletmelerini almaya katlanan bir özel sermayeci: ilk iÅŸ olarak bu iÅŸletmelerdeki personelin beÅŸte üç veya dört kiÅŸisini kapı dışarı edeceÄŸini ÅŸart koÅŸtu.” Garibim Menderes ne yapsın? O da tuttu, mevcutlarının üzerine 10’dan fazla nurtopu gibi KİT, İDT v.s. daha ilave etti!.. Hele ‘Hür TeÅŸebbüsçü’ ve ‘Morrisoncu’ Demirel’in hiç hakkını yemiyelim. Allaha ÅŸükür, o asla özelleÅŸtirme lâfı filan etmedi. Tam tersine ‘Gomonislerin’ yerine Moskova’ya kendisi gitti ve koltuÄŸunun altında koca koca çelik, alüminyum fabrikaları ve petrol rafinerileri ile döndü. Bunları devletçiliÄŸimizin bitmez tükenmez hazineleri arasına kattı. Peki, öldükten sonra medyamızın öve öve göklere çıkardığı Özal ne yaptı? 83’ten 91’e kadar tam 8 koca yılda, hem de partisi Meclis’te tam çoÄŸunluk saÄŸlamışken ‘kopardığı gürültü ürküttüÄŸü kurbaÄŸaya deÄŸdi mi?’  Sadece birkaç tane çimento fabrikasının satılması o eÅŸi menendi bulunmaz yiÄŸidin ÅŸanını kurtarmaya yetti mi dersiniz?

İşte böyle olur (veya olmaz!) bizde özelleÅŸtirme dediÄŸin! Hayrettir, bunu herkes bilir veya en azından sezer de, bir tek bu ÅŸark iÅŸi devletçiliÄŸi ‘bulunmaz Hint kumaşı’ zanneden bazı solcularımız bir türlü farkedemez. Onlar sanır ki bütün bu özelleÅŸtirme giriÅŸimleri Mümtaz Hoca’nın muhteÅŸem hukuk mücadelesi sayesinde sonuçsuz kalıyor. Vah “Ol mahiler ki, derya içredir, deryayı bilmezler” vah!.. Oysa en sonunda Mümtaz Hoca kendisi bile az buçuk uyanır gibi oldu: En büyük holding baÅŸlıklı bir yazısında, sözümona özelleÅŸtirmeyi hızlandırmak için kurulan ÖzelleÅŸtirme İdaresi BaÅŸkanlığı’nın, kendisine baÄŸlanan kuruluÅŸlarla gitgide ÅŸiÅŸerek, deÄŸil Türkiye’nin, belki de dünyanın en büyük holdinglerinden biri haline geldiÄŸini, Ankara’nın dolar hesabıyla kiralanan sırça köÅŸklerinde yan gelen şık giyimli prens ve prenseslerin ise, belki de bu rüya hiç bitmesin diyedir, aslında özelleÅŸtirme için kıllarını bile kıpırdatmadığını biraz hayretle ortaya koydu. Ne büyük keÅŸif yarabbim! Åžu ilginç tespitten otuz beÅŸ yıl sonra gelse de bravo: “Ama, vergisi ve karakoluyla bizim bitmez tükenmez, ucu bucağı görünmez kırtasiyeciliÄŸimizi etinde, kemiÄŸinde duymuÅŸ halkımız önünde, bizim salak ve solak hafızlarımız ‘devletçiliÄŸimiz’e  ‘Åžamın ÅŸekeri’ dedikleri gün, yüzleri kızarmasa bile, ‘Arabın yüzü’ gibi istenmeyecektir. Tersine, hani ÅŸu ‘devletçiliÄŸimiz’in sıcak serlerinde tıkız harçlıklarla sulanıp sun’ice büyütülmüÅŸ ‘ÅŸeriatçı-ırkçı’larımız yok mu? Onlar, ‘suret-i  haktan’ görünüp, sığındıkları ‘devletçiliÄŸimiz’e sözüm ona çatarak, toplumumuzu Hülagü Hanın okla yay çağına döndüreceklerini vait ettikleri zaman milletçe alkışlanacaklar da, beriki sosyal-devletçiler, taratorlu ağızlarıyla sırf  ‘devletçiliÄŸimizin cennet köÅŸkleri’ni tapşırmaya kalkar kalkmaz, -yanıbaÅŸlarında jandarma süngüsü yokken- yuhalanacaklarını enkonsiyanlarıyle sezmektedirler.”

İşte böyle!.. DevletçiliÄŸimizin yeteri kadar güçlü derin kökleri ve gereÄŸinden fazla ateÅŸli savunucuları her zaman olmuÅŸtur ve bundan sonra da olacaktır. İlaveten solcularımızın da bu koroya dahil olmalarına ve hele özelleÅŸtirmeye karşı çıkalım diye kendilerinden geçip bu kadar celâllenmelerine hiç gerek bulunmamaktadır. 1983 seçimlerinden önce bir televizyon programında Turgut Özal boÄŸaz köprüsünü, barajları satacağını söyleyince o zamanların ‘muvazzaf solcu’su Necdet Calp: “Sattırmam da sattırmam!” diye masaları yumruklamıştı. Zaman geçti, T. Özal baÅŸbakan oldu ve satmak ne kelime, yaptığı tek ÅŸey: hepimizle dalga geçercesine üzerinde BoÄŸaz Köprüsü resmi veya Keban Barajı resmi bulunan birtakım ‘tasarruf bono’larıyla piyasadan para toplamak oldu! Necdet Calp’in belki kusuruna bakılmaz ama hâlâ Türkiye’de solculuÄŸu bu kadar komik duruma düÅŸürmeye ve solcuları da bu derece ahmak yaratıklarmış gibi göstermeye kimsenin hakkı yoktur ve olmamalıdır. Görmeye ömrümüz vefa eder mi bilemem ama, velev ki saÄŸcı iktidarlar bu YaÄŸma Hasanın BöreÄŸi’ni elden çıkarmaya gerçekten niyetlenmiÅŸ olsunlar, solcuların bu durumda atacakları tek ve doÄŸru slogan: “Sıkıyorsa, sat da görelim!” olmalıdır. (Hatta gerekirse iÅŸaretiyle birlikte!)

3.Türkiye’de devletçiliÄŸin bugünkü durumu:

Toy çaÄŸlarımda, bir Güneri CıvaoÄŸlu ile bir Ahmet Kabaklı’nın nasıl olup da aynı gazetede yazabildiklerine bir türlü akıl erdiremezdim. O yıllarda Türkiye saÄŸ’ının gözde gazetesi ve Adalet Partisi iktidarının en heyecanlı savunucusu, Kemal Ilıcak’ın çıkardığı Tercüman gazetesi idi. Bu gazetede ne ararsanız bulurdunuz: Bir bakardınız, finans beylerinin yakışıklı play-boyları ile mütegallibenin hacıyağı kokulu Kabak Hafız’ları aynı ahırda sohbet halinde… Bir bakardınız ırkçı-ÅŸeriatçı kırması Ergun Göze ile ‘demokrat’ sülalenin Nazlı kızı memleketin ahvâlinden dem vurmakta… Bu görüntüden hiç öyle rahatsız da olmazlardı. Arasıra ‘zinde kuvvetlerin’ bir destur! çekmesi ile utanır, bu sevdadan bir süre vazgeçmiÅŸ görünürlerdi. Ama huylu huyundan vazgeçer mi? ‘Tercüman-ı hilâf-ı hakikat’ iflas etmiÅŸ, ne gam! “Bâb-ı Âli’nin salon salomanjesi” Hürriyet ne güne duruyor? Bir zamanlar ‘solun namusu kaldı mı? kalmadı mı?’ gibi pespaye demagojilerle Tercüman’da alkış toplayan Rauf Tamer gibi namlı anti-komünistler, bir bakıyoruz eski solculuÄŸu kendinden menkul bir takım genel yayın yönetmenlerinin altında solun deÄŸiÅŸmez namus-u mücessemi Mümtaz Hoca’larla barış içinde bir arada yaşıyor! Pardon, ÅŸimdi de Sabah’ın birinci sayfasına mı terfi etti? Bir de buna ‘farklı fikirlere tahammül’ gibi pek masum bir etiket koymazlar mı? TeÅŸekkürler, bu ağır kokuya ‘tahammül’ edebilenler, buyursun!

Türkiye’nin ‘güzîde’ basınında ilk bakışta göze çarpan bu modern-antika kırması koalisyon her günki ekonomik, siyasi ve idari yapımızda da kendini ortaya koyuyor ve hükmünü ancak ‘devletçiliÄŸimiz’ sayesinde rahatça sürdürebiliyor. Bu uÄŸursuz ittifak en baÅŸta ülkeyi coÄŸrafi olarak paylaÅŸmış görünüyor: Ekonomik açıdan büyük metropoller ve siyasi açıdan merkez (Ankara) ‘global’ takılan finans beylerinin denetiminde kalıyor. Ancak suyun başını tutmak o kadar da kolay olmuyor: Artık iyice milletinden kopmuÅŸ bu oligarklar güruhu halk içinde destek bulabilmek ve saltanatlarını sürdürebilmek için bayilikler, acentelikler, yetkili servis v.s. ayak iÅŸlerine koÅŸturarak yemlediÄŸi ‘halis muhlis yerli cevherimiz’ taÅŸra mütegallibesini yaÄŸmaya ortak etmek zorunda kalıyor. Bunlar da fukara halkı hem faize ve taksitlere boÄŸarak gıkını çıkartamaz hale getiriyorlar ve hem de ‘demirkırasi’ zamanı finans oligarÅŸisinin has partilerine oy davarı etmeyi beceriyorlar.

Ama bedavaya deÄŸil tabii. Yaptıkları bu ‘hayırlı’ hizmetin karşılığında kasabalara çöreklenmiÅŸ bu eÅŸraf-ayan-mütegallibe de denilen tefeci-bezirgân tayfası; hele son zamanlarda, Türkiye’nin taÅŸrasında ekonomik, siyasi ve idari yönetimi iyice ele geçirmiÅŸ görünüyorlar. Mahalli yönetimler (muhtarlıklar, belediyeler, özel idareler v.s.) zaten onların tekelindedir. Ancak bu yetmemektedir. Merkezi yönetimin taÅŸradaki organları da (valilikler, kaymakamlıklar, taÅŸradaki KİT yönetimleri) artık o bölgedeki mütegallibenin oyuncakları haline gelmiÅŸtir. Erzincan Valisi’nin ikide bir feryat etmesi boÅŸuna deÄŸildir: Gerçekten de, Tek Parti devrinin bir döneminde uygulandığı gibi iktidardaki partinin il baÅŸkanının vali, ilçe baÅŸkanının kaymakam olarak görevlendirilmesi artık çok yerinde bir uygulama olacaktır! Çünkü yıllardır hukuken olmasa da fiilen, iktidar partilerinin il ve ilçe baÅŸkanları Türkiye’nin taÅŸrasını yönetmektedirler. Ancak herhangi bir uygulamanın altına imza atma mecburiyetleri olmadığı için hiçbir sorumlulukları da bulunmamaktadır. Bu durumda Türkiye’nin taÅŸrası merkezden de beter bir biçimde alabildiÄŸine sorumsuzca yönetilmektedir.

Osmanlı devlet ricali tiksintiyle karışık: “HaÅŸa min huzur tüccar!” dermiÅŸ. Åžimdiyse devlet memuru, ‘tüccar’ karşısında rüzgâra kapılmış hazan yaprağı gibidir. O eski asaletinden veya vekarından eser kalmamıştır. BeÅŸ paralık vergi iadesi için esnaftan fatura dilenmeye çıkanından tutun da rüÅŸvet için çalmadık kapı bırakmayanına kadar ve her iktidar deÄŸiÅŸiminde kostüm deÄŸiÅŸtirir gibi parti deÄŸiÅŸtiren bir fırsatçılar sürüsü külah kapma hevesiyle oradan oraya sürüklenip durmaktadır. Bu ÅŸekilde makam sahibi olan devlet memurları ise yukarıdan gönderilen talimat ve genelgelerden ziyade mütegallibenin içki masalarında (veya dinî sohbetlerde) dikte ettirdikleri ‘rica’lara daha fazla itibar etmektedirler. Böylece, beÄŸenmediÄŸimiz mevcut kanunlar ÅŸöyle dursun, tamamen kanunsuz bir yönetim tarzı ortaya çıkmaktadır. Artık yöneticiliÄŸin mahareti ‘kitabına uydurma becerisi’ ile ölçülmektedir. Uymasa da mühim deÄŸil, çünkü son yıllarda artık sicil notu veya teftiÅŸ müzekkeresi sonucu görevden atılan veya sürülen memur da pek görülmemektedir. Sözgelimi, densiz bir müfettiÅŸin iÅŸ üstünde yakalayıp açığa aldığı bir memur, eÄŸer eÅŸraf-ayan-mütegallibe nezdinde ‘ÅŸehrimizin makbul bir ÅŸahsiyeti’ sayılıyorsa müfettiÅŸ daha arkasını bile dönmeye kalmadan ‘akar ablar, döner dolablar’ misali yeniden göreve iade edilebilmektedir. Bu nedenle taÅŸradaki memurlar Ankara’daki amirlerinden ziyade kasabadaki velinimetlerine hürmet etmekte, onların güvenine mazhar olabilmek için canla baÅŸla gayret göstermektedirler. Böylece, yapılan ihalelerde aslan payı taÅŸra siyasetçileri ve adamlarına paylaÅŸtırılmakta, devlet dairelerine eleman alınacağı zaman göstermelik sınavlarla mütegallibenin makbul adamlarına öncelik tanınmakta, devlet dairelerinde yapılacak en basit bir iÅŸlem için bile “hâmil-i kart” selâmının getirilmesi ÅŸart koÅŸulmakta, devlet memurlarının her türlü özlük iÅŸleri ise (tayin, terfi, nakil gibi) personel dairesinden filan deÄŸil, tefeci-bezirgân hacıaÄŸanın bürosundan yürütülmektedir vs. vs. Bütün bunların sonucunda, taÅŸra siyasetçisi cebini doldurduÄŸu gibi ÅŸanını da yürütmekte ve taÅŸranın tartışmasız tek hâkimi haline gelmektedir.

4.Türkiye’de devlet iÅŸletmelerinin bugünkü iÅŸleyiÅŸi :

Yukarıda çerçevesi çizilen ortamda nasıl olabilirse, devlet iÅŸletmeleri bugün iÅŸte o durumdadır. Bir kere artık hiç kimse bu iÅŸletmelerin dünya standartlarına göre verimli çalıştırıldığını söylemeye cesaret edemiyor. Belki ikide bir yapılan zor kötek zamlarla fukara halkın canına okumak pahasına ‘kârlı’ oldukları iddia edilebilir ama ‘verimli’ oldukları, asla! Bu durum arızî veya geçici bir durum deÄŸildir, bunun yapısal birçok sebepleri bulunmaktadır :

a. Devlet iÅŸletmeleri aşırı derecede merkeziyetçidir:

Eskiden de pek farklı deÄŸildi ama 12 Eylül’den sonra devlet iÅŸletmelerindeki merkeziyetçilik daha da azdırıldı. Önceleri taÅŸradaki fabrikalara ait olan birçok yetkiler gitgide daha fazla merkeze, Genel Müdürlük hatta Bakanlık düzeyine çekildi. Bu durumu eski TEK Genel Müdürü Muhittin BabalıoÄŸlu zamanında kurum çalışanları arasında çok yaygınlaÅŸan ÅŸu dalgacı ifade en veciz bir ÅŸekilde ortaya koymaktadır: “Muhittin Bey ÇatalaÄŸzı’nda baÅŸmühendis iken emrinde çalıştırmak üzere mühendisleri iÅŸe alabiliyordu. Oysa ÅŸimdi genel müdür oldu, vasıfsız bir iÅŸçiyi bile iÅŸe alamıyor!”

Yetkilerin merkeze alınması çoÄŸu zaman hızla alınması gereken kararların çok gecikmesine ve bu yüzden büyük zararlara yol açmaktadır. Öte yandan yine 12 Eylül’den sonra merkezdeki organizasyonun gitgide daha fazla onarılamıyacak bir ÅŸekilde tahribi ve dejenerasyonu merkeziyetçiliÄŸin vehametini daha da ağırlaÅŸtırmıştır: Eskiden, taÅŸradaki iÅŸletmelerde uzun yıllar çalıştıktan sonra elemanlar terfi ederek Ankara’daki yönetim görevlerine gelir ve iÅŸi bildikleri için bu görevleri rahatça, hakkını vererek yürütebilirlerdi. En azından, konuyla hiç ilgisiz Bakanlık bürokratlarının yüksekten uçmalarına dur diyebilirler veya taÅŸrada uygulanması imkânsız bir takım genelgelerin dağıtımını engelleyebilirlerdi. Ancak, özellikle Özal döneminde icat edilen Prens’ler uygulaması ve daha sonra sık sık deÄŸiÅŸen hükümetler döneminde yaygınlaÅŸan ‘paraÅŸütle inme’ yöntemi, devlet iÅŸletmelerinin üst yönetimini taÅŸradan tamamen kopardı. Artık merkez kadrosunda yer alanların çoÄŸu, deÄŸil dertlere çare bulmak, taÅŸradan aktarılan sorunları anlamaktan bile acizdir.

Öte yandan, her iktidar deÄŸiÅŸiminde, merkez organizasyonunda yer alan ‘ballı’ kadrolar (genel müdürlük, genel müdür yardımcılığı, daire baÅŸkanlıkları ve bazı kritik müdürlükler) yeni sahiplerini bulurlar. Ancak devlet bu kadroların eski sahiplerini ne yapacağını bilemez. Sınırlı sayıda ünvan bulunduÄŸundan ve her ünvan için ise talip olan mebzul miktarda ‘yandaÅŸ’ mevcut olduÄŸundan, iktidar ancak kendi adamlarına yer bulabilir. Bu kadroların eski sahipleri de tam anlamıyla ortada kalır. Çünkü bunlar devlet memuru statüsünde oldukları için ne iÅŸten atılabilir, ne de ‘tenzil-i rütbe’ ile kendilerine baÅŸka bir görev verilebilir. En iyi çözüm kendilerine ‘merkez valisi’ne benzer bir ‘uzman’ ünvanı verilerek kenarda uslu uslu oturmalarını saÄŸlamaktır. Aslında bunların önemli bir bölümü de kendilerine reva görülen her türlü hakarete müstehak onursuzlardan teÅŸekkül ettiÄŸi için kovsan gitmezler ve bir gün devran dönüp sıranın yine kendilerine gelmesini beklerler. Daracık odalarda bazen üç-beÅŸ kiÅŸi, yeterli sayıda sandalye bile verilmediÄŸi için bazısı ayakta, vakit ve çile doldururlar. ÇoÄŸu zaman da iÅŸ yapan insanların odalarına çöküp aslında kendilerinin ne kadar kahraman olduklarından baÅŸlayarak mevcut yönetim hakkında lüzumsuz hamam dedikodularına dalarlar ve çalışanları da iÅŸlerinden eylerler. Bir zamanların Ali kıran baÅŸ kesen Genel Müdür’leri ÅŸimdi çaycılardan bile yüz bulamadan koridorlarda biribirlerine toslaÅŸarak dolaşır dururlar. Böylece birike birike merkez teÅŸkilatlarında artık ‘uzman’dan geçilemez olur. Merkezin bu durumda olması da merkeziyetçiliÄŸin fecaatini bin kat daha artırmaktadır.

b. Devlet iÅŸletmeleri aşırı derecede siyasi etkilere açıktır:   

DevletçiliÄŸimizin genel durumundan pek farklı olmamak üzere devlet iÅŸletmeleri de aşırı ÅŸekilde günlük siyasi etkilere açıktır. Bunu derken, elbette ki çalışanların demokratik bir ÅŸekilde inandıkları siyasi görüÅŸün propaganda ve teÅŸkilatlanmasında faaliyet gösterebilmelerinden bahsetmiyoruz. Tam tersine, hangi parti iktidarda ise o partinin haricinde olanların ezilmesi, geri plana atılması ve iktidar partisi yandaÅŸlarının da koltuklanması demektir. Bu durum özellikle yönetici konumunda bulunan memur kesimi için geçerlidir. Ancak iÅŸçi kesimi içinde de etkisini gösterir. İktidar partisinin bazı kıymetli mensuplarının, iÅŸçi bile olsalar fabrika içi organizasyondaki konumları ile hiç de mütenasip olmayan bir önem kazandıkları, fabrika yönetiminin de göz yummasıyla zaman zaman iÅŸi astıkları, ustabaşını filan iplemedikleri veya az zahmetli-bol avantalı iÅŸlere kaydırıldıkları vs. diÄŸer iÅŸçilerin gözünden kaçmaz. Bu durum, iÅŸyeri içindeki adalet duygusunu zedelediÄŸi için hem genel iÅŸ verimini düÅŸürmekte ve hem de iÅŸçiler arasında mevcut kendiliÄŸinden dayanışma duygusuna zarar vermektedir.

Tayin ve terfi iÅŸlemlerinde bilgi, tecrübe ve yetenekten ziyade siyasi iliÅŸkilerin daha fazla önem kazanması bir diÄŸer açıdan da yönetim mekanizmalarında korkunç ölçüde tahribata yol açmaktadır. Haksızlığa uÄŸrayanlar veya böyle olduÄŸuna inananlar ya iÅŸten ayrılmakta ya da iÅŸe küsüp bir kenara çekilerek bir süre sonra gerçekten de iÅŸe yaramaz bir hale gelmektedirler. Bu durum organizasyonun ihtiyaç duyduÄŸu yetenekli iÅŸgücünün hem sayı hem de kalite olarak düÅŸmesine yol açmaktadır. Ancak bundan da kötüsü gitgide iliÅŸkiler daha da karmaşıklaÅŸmakta ve kimin haklı, kimin haksız olduÄŸu bu toz duman ortamında iyice ayırdedilemez hale gelmektedir. Bir yanda her türlü ahlak dışı yöntemi mübah sayarak iÅŸbaşına gelip halen öyle veya böyle iÅŸleri yürütenler, öte yanda ise haklı çıkmaktan baÅŸka hiçbir iÅŸe yaramayacak hale düÅŸen ve kapıyı çarpıp çıkacak kadar olsun kendine güveni kalmamış iktidarsız mızmızlar sürüsü… “Ey mevsimler, ey ÅŸatolar!/ Söyleyin defosuz ruh kimde var?” (A. Rimbaud). 

Bu kargaÅŸalık en baÅŸta mevcut sistem içinde bazı iyileÅŸtirmeler yapılabilmesi ihtimalini de tamamen ortadan kaldırmaktadır. Örnekse, bazılarının öne sürdüÄŸü ‘özerklik’ alternatifini ele alalım. En baÅŸta sorulacak soru ÅŸudur: ‘Yetki’ kime verilecektir? Ne idüÄŸü belirsiz mevcut yöneticilere mi? Buna halk dilinde ‘ciÄŸerin kediye teslim edilmesi’ denir. Mevcut aşırı merkeziyetçiliÄŸin bile en mantıklı gerekçelerinden birisini bu siyasi karambol ortamı oluÅŸturmaktadır, çünkü: Merkez, kendi yöntemleriyle seçmediÄŸi ve onun-bunun torpiliyle iÅŸbaşına geldiÄŸini gayet iyi bildiÄŸi taÅŸradaki yöneticiye yetki verilmesine bir türlü yanaÅŸmamaktadır. Yetki verilirse ‘babasını bile satacağı’ az çok tahmin edilen bu ‘potansiyel’ hırsızın elini kolunu baÄŸlamak ve hiç hareket edemez hale getirmek en dahiyane(!) çözüm olarak uygulanmaktadır. Böylelikle, aslında hırsızların deÄŸil iÅŸletmelerin eli kolu baÄŸlanmış olmakta, iÅŸler kilitlendiÄŸi gibi basiretsiz ve ahlaksız yönetimlerin baÅŸarısızlıklarına da mazeret yaratılmaktadır.

c. Devlet işletmelerine yatırım yapılmamaktadır :

Özellikle son 10-15 yıldır ‘tasarruf tedbirleri’ kapsamında devlet iÅŸletmelerine diÅŸe dokunur hiçbir yatırım yapılmamaktadır. Yatırım derken tabii sadece yeni fabrikalar kurulmasını kasdetmiyoruz. Aynı zamanda mevcut fabrikaların faaliyetinin idame ettirilmesi için de sürekli bakım ve yenilemeye ihtiyaç vardır. Ancak devlet iÅŸletmeleri son yıllarda öylesine kaderine terkedilmiÅŸtir ki tabandaki çalışanlar: “Bu tasarruf tedbirleri sayesinde yapılan israfın haddi hesabı yok!” demeye baÅŸlamışlardır. Acaba, iÅŸletmeler ne kadar dökülürse yandaÅŸlara o kadar ucuza kapatılabilir hesabı mı yapılıyor, bilinmez. Ancak bu derbederliÄŸin birazının kasıtla olduÄŸunu düÅŸünsek bile büyük bölümünün beceriksizlikten ve hantallıktan olduÄŸu bellidir. Öte yandan, özelleÅŸtirme hızının nispeten arttığı son bir yıl içinde bariz olarak görüldüÄŸü gibi : “Biz niye yapalım, satın alan yapsın!” mantığı ile en acil rehabilitasyonlar dahi ertelenmektedir. Bu ÅŸekilde problemler “Ört uyusun, besle büyüsün!” misali çözülmeden biriktirilerek bugüne gelinmiÅŸtir. Özellikle enerji sektöründe her yıl artan enerji talebini karşılayacak ilave kapasite sorununun çözümü bile özelleÅŸtirmenin gidiÅŸatına terkedilmiÅŸtir. Åžöyle ki: Santralları satın alan firma, örneÄŸin AfÅŸin-Elbistan ihalesinde düÅŸünüldüÄŸü gibi, mevcut dört ünitenin yanına iki ünite daha ilave edecekti. Ama evdeki hesap çarşıya uymadı ve satış bir türlü gerçekleÅŸmeyince yeni üniteler de yapılamadı. Bu durum zaten kıl payı idare eden enerji dengesini iyice bozdu ve milli gururumuzu(!) ayaklar altına alma pahasına yeniden ‘Bulgar gâvuru’ndan enerji dilenmeye baÅŸladık. Mevcut santrallar adam gibi çalıştırılabilse belki de 2000 yılına kadar Türkiye’de enerji krizi söz konusu bile deÄŸil. Ancak BaÅŸbakan daha ÅŸimdiden yelkenleri suya indirdi bile: “Bu kış zor geçecek!” diyor. Elbette, zor geçecek! Ama beylerimizi esas korkutan, eÄŸer özelleÅŸtirme bu yıl da olmazsa bu çapaçulluk içinde bir dahaki kışın çok daha zor geçeceÄŸi ihtimalidir.

d. Devlet kuşu sendikacılığımızın etkileri :

DevletçiliÄŸimizin bu kadar günahı var da onun ikiz kardeÅŸi, olmazsa olmaz simetriÄŸi, aynadaki aksi devletçi sendikacılığımızın hiç mi suçu yok? Elbet öyle demek istemedik. DevletçiliÄŸimiz deyince zaten bu sistem içinde ikisi de aÅŸağı yukarı aynı anlamı taşıyor: Aynı ortaoyununda biri iÅŸveren rolü oynamış, diÄŸeri iÅŸçi rolü, ne farkeder, oyundan sonra birlikte hovardalığa çıktıktan sonra! Sendikacılar yabancı deÄŸiller, bu köhnemiÅŸ sistemin gönüllü payandaları olarak onlar da bir nevi devlet erkânı sayılırlar.

1946’dan beri iÅŸçi sendikacılığımızın başına gelenler çoÄŸumuzun malûmudur. Kitaplardan okuduklarımız, eski kuÅŸak sendikacılardan dinlediklerimiz gelir hep bir noktada birleÅŸir: DevletçiliÄŸimiz birilerine dur! demiÅŸtir, birilerine de ‘yürü ya kulum!’ İşte o ‘devlet kulu’ veya iÅŸçilerin başında ‘devlet kuÅŸu’ sendikacılarımız o gün bu gündür, lök gibi oturdukları devlet iÅŸletmelerimizde bir eli yaÄŸda, bir eli balda icra-i sanat eylerler ki, kaldırabilene aÅŸk olsun! Zaman zaman iplerini uzun zannedip coÅŸarlar, kükremeye bile kalkarlar. Ancak, 12 Eylül’de olduÄŸu gibi devletçiliÄŸimiz: “Sendika aidatlarını bordrodan kesmekten vazgeçerim, ha!” diye bir sopa salladı mı, hepsi titreyip kendine döner ve kuyruÄŸu kısıp otururlar. Toplu SözleÅŸme zamanı adet yerini bulsun diye iÅŸçileri otobüslere doldurarak Kızılay meydanına boÅŸaltıp bağırtırlar. Medyada BaÅŸbakan’a sözümona posta koymak pek hoÅŸlarına gider. Ama kimsenin onları ciddiye almadığını da pek iyi bilirler. Belki ciddiye alınmak ihtiyacından dolayıdır, artık nadim olmuÅŸ eski “devrimci”lerden birkaçını danışman seçip maaÅŸa baÄŸlarlar. Zaten parayı koyacak yer de bulamazlar. İkide bir sendikanın eÄŸitim faslından yurtdışına seyahatler düzenlerler, eÄŸitimi ne kadar ciddiye aldıklarını göstermek için! Ankara’da, İstanbul’da saray yavrusu sendika merkezleri yükseltirler, öyle ki buralara alelâde iÅŸçiler ayak basamazlar, yerleri kirletiriz korkusuyla.. Hani Ecevit ne demiÅŸti bir zamanlar: “EskiÅŸehir yönünden Ankara’ya girerken dehÅŸet içinde kalıyorum. SaÄŸlı sollu devasa devlet binalarını gördükçe aklım başımdan gidiyor. ‘Devleti küçülteceÄŸiz’ diyenler yapıyorlar bu koca koca binaları..” Hiç ÅŸüphesiz Ecevit’in gördüklerinin önemli bir bölümü de devletçi sendika merkezleridir. 

Mücadele yöntemleri de pek ilginçtir. ‘Üretimden gelen gücümüz’ ‘iÅŸçiye dayanma’ vs. bunlar elbette ki sadece göstermelik gösterilerde pankarta yazılacak ÅŸeylerdir, ciddiye almaya gelmez. Bunun yerine bulursun birkaç tane iktidar partisi milletvekili, basarsın KİT Genel Müdürü’nün odasını, evelallah ‘söke söke alırsın’ iÅŸçinin hakkını! AÅŸağıdaki iÅŸçinin bunlardan haberi bile olmaz. Zaten devlette birinci kural da bu deÄŸil midir: Söz, ne yapılıp edilip, ayaÄŸa düÅŸürülmemelidir! Aksi takdirde, Genel Müdür’ün Guatemala’daki yazlığı da gündeme gelebilir, sendika baÅŸkanının oÄŸlunun borsa maceraları da.. Yok efendim, aÅŸağılarda neler oluyormuÅŸ? O çıfıt çarşısı gibi ne yana çeksen o yana esneyen maddelerle dolu Toplu SözleÅŸme’den dolayı fabrika yönetimleri ile sendika iÅŸyeri temsilcileri hiç yoktan birbirine mi giriyormuÅŸ? Yeter ki devletimiz baki kalsın hatırına verilen tavizlerle iÅŸyerlerindeki çalışma düzeni iyice çığırından mı çıkmış? Aynen devletçiliÄŸimizin merkez bürokratları gibi sendika patronları için de hiç önemli deÄŸildir böyle meseleler. Bir dahaki Toplu SözleÅŸme görüÅŸmeleri de çay-kahve sohbetleri ile geçer, iÅŸletmelerde sürekli ayak bağı olan ve ne iÅŸçiye ne iÅŸverene yarayan o pürüzlü maddeler yine eskisi gibi kalır. Sadece ücret maddesi en son gün siyasi pazarlıklarla BaÅŸbakan’da çözülür ve olur sana en âlâsından bir Toplu SözleÅŸme.

AÅŸağıdan, iÅŸçi içinden gelen temsilciler, ÅŸube baÅŸkanları vs. eÄŸer çıkıntılık yaparlarsa onları da yassıltmanın yolları vardır: Altlarına son model arabalar çekilir,  bellerine sonsuz konuÅŸma haklı cep telefonları takılır, görevler, seyahatler, iÅŸ yemekleri, önemli ÅŸahsiyetlerle samimiyetler… Yetmezse, en yakın seçimde müsait bir partiden milletvekili adaylığı! Bu topraklar ezelden beri çok verimlidir: “Kadı Burhanettin’in arkadaÅŸlarını / Mitridat’ın dostlarını sevgililerini / AÄŸuya ve küçük tatlara alıştırmıştır / Tütüne, defineye, hayın okÅŸayışına” (Cemal Süreya, Sevda Sözleri, 2010, sayfa 107). İşte pislik böyle böyle yayılır aÅŸağıya doÄŸru… İktidarda kalabilmek için amele kuyrukçuluÄŸunun, hem de sayıca baskın olan vasıfsız iÅŸçi kuyrukçuluÄŸunun daniskası yaÅŸanır iÅŸletmelerde. Köylü kurnazlığının çamuru, iÅŸçi uyanıklığının üstünü örter zamanla. Zihniyet olarak sanayi iÅŸçisi tavrına daha yatkın bulunan teknisyenler geri planda kalır ve köylülük vıcık vıcık çamuruyla ortalığı istila eder. ‘Döve döve adam edilmesi gereken Oblomovlar’ tam tersine tek tük elde kalmış sanayi iÅŸçisini de döve döve köylüleÅŸtirirler. Devlet iÅŸletmelerinin en acı yanı da budur.

Çünkü fabrikalar verimli oldukları ölçüde daha çok mal ve hizmet, ama bunlardan çok daha önemlisi, ‘sanayi iÅŸçisi’ üretirler. Fabrikada çalışırken arkadaÅŸlarıyla, evde eÅŸiyle, çocuklarıyla ve çarşıda dolaşırken halkıyla barışık, yaratıcı, alçakgönüllü, hesap kitap bilen, aydınlık yüzlü bir insandır bu. İşte bu ‘yeni insan’larla kurulacak özlediÄŸimiz Türkiye! Verimli bir mekanizma içinde, aynen insanlığın ÅŸahlandığı dönemlerde olduÄŸu gibi, zaman hız kazanır, ‘terzi çıraklarının kuantum mekaniÄŸini öÄŸrendiÄŸi’ görülür. Durgun dönemlerdeyse kurbaÄŸa pisliÄŸi birike birike üste vurur, yeteneksizlik sanki moda olur. İşte bugün devlette neyse iÅŸletmelerinde de odur, kurbaÄŸa pisliÄŸi üste vurmuÅŸtur: buralarda ‘evet efendim’ci, ‘sepet efendim’ci, torpilci ve rüÅŸvetçi olmadan adam olmak mümkün deÄŸildir.

5. İşçi ücretleri devlet iÅŸletmelerinin zarar etmesine yol açar mı?

İşte size öyle bir soru ki, bu soruya verilecek cevaplar daha birçok çaÄŸrışımlara kapı açabilecektir. Dikkat edildiyse, yukarıda devlet iÅŸletmelerini zaafa uÄŸratan nedenler arasında iÅŸçi ücretleri sayılmamıştır. Öyleyse niye burada ayrıca gündeme getirilmektedir. Åžundan dolayı: Evet, devlette çalışan iÅŸçilerin bir bölümü bugün etine göre budu denilebilecek oranda piyasaya göre daha iyi ücretler almaktadırlar. Ancak, bu iÅŸin az çok içinde olanlar bilirler ki, devlet iÅŸletmelerinde maliyet içindeki iÅŸçilik payı genellikle yüzde on-onbeÅŸ dolayındadır. Bu da iÅŸletmelerin her yıl diÄŸer nedenlerle uÄŸradığı zararın yanında devede kulak kalır. Buna raÄŸmen malum medya günde beÅŸ öÄŸün devlet iÅŸletmelerini iÅŸçi ücretlerinin batırdığı yalanını ortaya sürmekte ve hatta bu sayede Türkiye’de iÅŸçilerin çok yüksek ücretler aldığı demagojisini kamuoyunda tutturabilmektedir. Oysa Türkiye’de ücretli ve yevmiyeli çalışan toplam 8.746.000 iÅŸçinin Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı Ocak’97 istatistiklerine göre sadece 4.111.200’ü sigortalı olup bunların 948.493’ü kamuya ait iÅŸyerlerinde çalışmaktadır. Toplam sendikalı iÅŸçi sayısı ise 2.713.839 (sigortalı iÅŸçi sayısının  %66’sı, toplam iÅŸçi sayısının  %31’i) olup özel sektördeki sendikalı iÅŸçi sayısı 1.626.790’dır. Aslında bu rakamların çeÅŸitli nedenlerle ÅŸiÅŸirildiÄŸi, sendikalı iÅŸçi sayısının çok daha az olduÄŸu yine bizzat sendikacılar tarafından iddia edilmektedir. Ama bu rakamlar bile Türkiye’nin nasıl bir iÅŸçi cehennemi olduÄŸunu göstermeye yetiyor. Çalışanların büyük çoÄŸunluÄŸu sendika ÅŸöyle dursun daha sigorta yüzü bile görmemiÅŸtir. Peki, parababaları bu utanmazca demagojiyi nasıl oluyor da yutturabiliyor? İşte o bir milyona yakın kamu iÅŸçisinin hepsi bile deÄŸil, sadece iki-üç yüz bin’inin aldığı nisbeten iyi ücretle Türkiye halkının gözü boyanabiliyor. O zaman ister istemez aklımıza Türkiye iÅŸçi sınıfının bu kaymak tabakasının bir nevi aristokrat iÅŸçi rolünde kullanıldığı ihtimali geliyor. Bu sayede hem iÅŸçi ücretleri konusunda Türkiye halkının yüzüne kül serpilmiÅŸ oluyor, hem de gözü düzenli ve güvenli aidattan baÅŸka birÅŸey görmeyen sendikacı taifesinin kafalarını devekuÅŸu misali devlet iÅŸletmelerine gömerek özel sektör iÅŸyerlerini rahat bırakmaları saÄŸlanıyor.

Zaten geçmiÅŸte de öyle olmadı mı? 12 Eylül öncesinde mücadeleci sendikacılığı temsil eden DİSK, devlet iÅŸletmelerinden içeri adımını atabildi mi? 1970’in fırtınalı 15-16 Haziran hareketleri İzmit – İstanbul mihverindeki özel sektör iÅŸyerlerinden sökülüp gelmedi mi? Fırtına elbet önüne kattığı devlet iÅŸçilerini de sürükleyip götürmüÅŸtür, ama bizzat devlet iÅŸçilerinin öncülüÄŸünde toplumu sarsıcı bir hareket iÅŸçi sınıfımızın tarihinde yoktur ve olması da mümkün deÄŸildir. Zira, İş Kanunu’nda bulunmayan iÅŸ güvencesi, hukuken olmasa da siyasilerin sayesinde fiilen devlet iÅŸletmelerinde yürürlüktedir. Ayyuka çıkacak bir sabotaj veya -allah korusun- “devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüÄŸü” aleyhinde bir suç olmadıktan sonra, sözgelimi sadece iÅŸe yaramadığı gerekçesiyle herhangi bir iÅŸçinin iÅŸ akdinin feshedilmesi sözkonusu bile deÄŸildir kamu iÅŸyerlerinde. Böyle güvenli limanda, gemiler bile paslanır dura dura… En kabadayısı sayılan, “Zonguldak iÅŸçilerinin ÅŸanlı Ankara yürüyüÅŸü” örnek diye gösterilirse, hiç karıştırmamak lazım derim. Besbelli ki o yürüyüÅŸ iÅŸsizlik korkusuyla kışkırtılmış bir ‘köylü’ yürüyüÅŸüdür ve bir iÅŸçi hareketinden beklenebilecek hiçbir olumlu sonuca da ulaÅŸamamıştır. Zonguldak maden ocaklarının ıslahı yönünde hiçbir geliÅŸme saÄŸlamamıştır ve maden iÅŸçileri hâlâ ‘iÅŸsizlik ölümden beter’ diyerek mezbahaya giden koyunlar misali tevekkül içinde o ilkel ocaklara inmektedirler. Daha geçenlerde devletçiliÄŸimizin kendilerine lâyık gördüÄŸü en az otuz yıllık kamyondan bozma bir servis aracının rotunun çıkması nedeniyle devrilmesi sonucu on iki tanesi pisi pisine ölüp gitmiÅŸtir. O ‘ÅŸanlı direniÅŸ’(!) ise sadece ‘Jaguar’ lakaplı esas oÄŸlanın DYP’den milletvekili adayı olmasını saÄŸlamıştır.

Bütün bunlar, özelleÅŸtirme sözkonusu olduÄŸunda ileri sürülen ‘kamu iÅŸyerlerinin iÅŸçi örgütlenmesinin kalesi olduÄŸu, özelleÅŸtirmenin sendikasızlaÅŸtırma demek olduÄŸu’ ÅŸeklindeki iddiaların ne kadar yersiz olduÄŸunu da göstermektedir. Birincisi, kamu iÅŸyerlerindeki mevcut sendikal örgütlenmenin ne kadar kof bir temele oturduÄŸunu, herhangi bir ciddi iÅŸçi mücadelesinde hiçbir iÅŸe yaramayacağı gibi deÄŸiÅŸik türde örgütlenmeleri de engellediÄŸi için üstelik zararı bile bulunduÄŸunu, iÅŸçileri rehavete ittiÄŸini yukarıda göstermiÅŸtik. İkincisi, varlığı besbelli devletin icazetine baÄŸlı olan bir sendikacılığın nesini savunabilirsiniz ki ufuktaki herhangi bir özelleÅŸtirme rüzgârının mevcut sendikaları silip süpüreceÄŸinden bu kadar ürkeceksiniz? Ama doÄŸrudur, devletin bilinçli müsamahası olmasa, bu sendikaların bir üfürüklük canı vardır!

6. Solcuların özelleÅŸtirme karşısındaki tavrı ne olmalıdır?

İşte bu, cevaplaması epeyce zor bir soru. İşin kolayına kaçıldığında herkesin yaptığı gibi kliÅŸeleÅŸmiÅŸ birkaç cümle ile bu soruyu geçiÅŸtirmek mümkün. Ama ÅŸurası da biliniyor ki sol hareket ancak zor sorulara verdiÄŸi cevaplarla adım atabiliyor, tıkanmaları ancak böyle aÅŸabiliyor. Bence, bugün Türkiye’de yaÅŸanan en önemli tıkanmalardan birisini hem siyasi ve hem de ekonomik anlamda devletçiliÄŸimiz oluÅŸturuyor. Siyasi anlamda devletçiliÄŸimizin vardığı en son nokta Susurluk’la sembolize edilen karanlık ÅŸebekedir. Bu konuda zihinlerin epeyce açıldığı, solcuların onyıllardır ortaya sürdüÄŸü gerçeklerin artık devletin yüksek katlarında bile ister istemez tasdik edildiÄŸi görülüyor. Ancak aynı rezaletin egemen olduÄŸu ekonomik devletçiliÄŸimiz konusunda ise hâlâ kafaların epeyce karışık olduÄŸu anlaşılıyor. Öyleyse bir ışık yakmak üzere geçenlerde gazetelerde çıkan iki küçücük haberi hatırlatmakta fayda var:

Kaynak: ‘YeÅŸil’in sigortasını kim ödedi? (milliyet.com.tr)

Kaynak: Bürokraside iktidar: MHP – Son Dakika (milliyet.com.tr)

Sadece bu iki haber bile devletçiliÄŸimizin siyasi kanadı ile ekonomik kanadının nasıl içiçe geçtiÄŸini göstermektedir. Her ikisinde de kanunlarüstü bir iÅŸleyiÅŸ mekanizması sözkonusudur. Öyleyse nasıl oluyor da siyasi devletin çevirdiÄŸi dolaplara böylesine isyan eden solcularımız, konu ekonomiye kayınca yüzseksen derece dönüyor, bu rezalete razı oluyor, anlamak mümkün deÄŸildir. Bu da her halde devletçiliÄŸin her türlüsünü öpüp başımıza koyma alışkanlığımızdan ileri geliyor olsa gerek. Öyleyse düz mantıkla Mussolini’nin, Hitler’in devletçiliÄŸini de mi savunacağız yani? Maalesef, hemen hemen aynı tarihlerde temelleri atılan bizim ÅŸu evlere ÅŸenlik devlet iÅŸletmelerimizi savunmak artık pek de farklı bir noktaya varmıyor.

Bu yazı boyunca ÅŸurası göze batırılmaya çalışıldı: Solculuk veya ilericilik açısından mevcut devlet iÅŸletmelerinden herhangi bir fayda ummak, ölü gözünden yaÅŸ beklemektir, hamhayaldir. Tersine bu karanlık ve nemli gübrelik, en hayâsız soygunculuklara, en vahÅŸi cinayetlere ve içinde çalışanların gitgide daha iÄŸrenç bir ÅŸekilde iÄŸdiÅŸ edilmelerine elveriÅŸli bir ortam saÄŸlamaktadır. Bu yüzden bu iÅŸletmelerin tez elden tasfiye edilmesinde solcular açısından herhangi bir sakınca bulunmamaktadır. Devlet Baba ÅŸu anda herhangi bir ekonomik kaygı gütmeden kanun-dışı çeteleri bu çiftliklerinde nemalandırmaktadır. Özel sektörün ise, ÅŸimdiki gibi fabrika düzenini alt üst etmek pahasına, bu ‘tımarlı sipahileri’ iÅŸletme dâhilinde beslemeye devam etmesi her türlü mantığa aykırıdır. Böylelikle, iÅŸletmelerin kapitalizmin ‘raconuna göre’ çalıştırılması gündeme gelecektir ki böylesi herkesin kendi rolünü daha iyi oynaması açısından bugünkü durumdan çok daha iyi sonuç verecektir. İşçi iÅŸçiye, iÅŸveren iÅŸverene ve sendika da bileÄŸinin hakkına adam gibi sendikaya benzeyecektir.

Öte yandan, devlet iÅŸletmelerinin bugün için özelleÅŸtirilmesi üç açıdan büyük fayda saÄŸlayabilecektir: Birincisi, saÄŸcı iktidarların elli yıldır kullandığı demagoji: ‘ülkeyi devlet iÅŸletmelerinin batırdığı’ iddiası artık geçersiz hale gelecektir, takke düÅŸecek ve kel görünecektir. Artık baÅŸka mazeretler bulmaları gerekecektir. İkincisi, sözkonusu iÅŸletmelerin güvenli ikliminde ve gangster sendikacıların kuÅŸatmasında ehlileÅŸerek tabir caizse ‘memurlaÅŸan’, piyasadan ödü kopan ve kendine güvenini kaybeden kamu iÅŸçilerinin de yüzüne kan gelecektir. Rızk’ın risk demek olduÄŸunu öÄŸreneceklerdir. Ve en önemlisi, sayısı iki-üç yüz bini bulmayan bu ‘talihli amele’ kitlesi, ülkede kendisiyle aynı kaderi paylaÅŸan en az on milyon daha ‘kardeÅŸi’ bulunduÄŸunun farkına varacaktır. Üçüncüsü ve en önemlisi, bu ülkenin umudu ve yüzakı solcularımızı, en az elli yıldır çilekeÅŸ halkımıza yabancılaÅŸtıran ÅŸu Kadro’cu ‘halüsinasyon’: batakçı devletçiliÄŸimizi kıymetli bir matah sanma avanaklığı inÅŸallah tarihe karışacaktır. “Kullarını aç bırakmamak demeye gelen demokrasiyi bile gerçekleÅŸtirememiÅŸ bir devletçiliÄŸimizin, ‘kulların efendi olmaları anlamınadır’ denilen sosyalizmle” karıştırılmasından artık vazgeçilmelidir. DevletçiliÄŸimizle el ele kamu malı zenginliklerimizi yaÄŸmalayanlar bir de utanmadan ‘liberal’ ve ‘hür teÅŸebbüsçü’ geçinirken solcularımız –bilerek, bilmeyerek- onların nam ve hesabına ‘dövletçiyüz!’ pankartı taşımaktan ve en baÅŸta bu nedenle fakir fukara kalabalıkların ahını almaktan artık kurtulmalıdırlar.  

Solun tavrı elbette ki dipten tepeye hınk-deyici, torpilci ve rüÅŸvetçilerin denetiminde bulunan mevcut devlet iÅŸletmelerini korumaya-kollamaya yönelik olmamalıdır. Ama meselenin çözümünü ‘ÅŸu olsa, bu bulsa’ ÅŸeklinde çıkmaz ayın son çarÅŸambasına havale etmek de solculuÄŸa yaraÅŸmaz. ÖrneÄŸin bazı kesimlerce ‘özerklik olsa’ deniyor, ama ‘kim’den özerklik, orası belli deÄŸil: Devletten mi, parababalarından mı, mütegallibeden mı? EÄŸer rüya âleminde deÄŸilsek anlarız ki bu ortamda tepeden ‘ihsan edilecek’ bir özerklik herhalde TRT’nin özerkliÄŸinden farklı bir ÅŸey olmayacaktır. Sonra, kim yapacak bu özerkliÄŸi? Devlet kendisi mi yapacak? “Bu neye benziyor? Arslan pençesine düÅŸmüÅŸ eÅŸeÄŸin: ‘Aman arslanım, kendi pençeni ısır, mideni ye ve kalbini kopar! O daha lezzetlidir…’ demesine. Bu eÅŸeklik, bizim ‘sosyalist devletçiliÄŸimiz’den daha mümkün birÅŸeyi istemektir. Çünkü arslan da bir hayvandır. Gözü kararıp pençesini de ısırabilir. Devlet bir hayvan deÄŸildir. Yapacağını hiçbir zaman pençesindeki eÅŸeklere danışmaz. Öyleyse bizim ‘devletçilerimiz’in sosyal eÅŸeklikleri neye yarar?”

Üstelik, özerklik diye yırtınanlar (kısa dönemde olacak ÅŸey deÄŸil ya, farz-ı muhâl!) davul zurna ile iktidara gelseler ne olacak? Yukarıda uzun uzadıya anlatılan hal-i periÅŸanımıza onlar da bir tüy dikmekten baÅŸka ne yapabilirler? Artık çiÄŸnene çiÄŸnene pestile dönmüÅŸ veya kızak görevlerde yıllarca pineklemekten dolayı elden ayaktan düÅŸmüÅŸ, fabrika ve organizasyon pratiÄŸinden kopmuÅŸ birtakım ukalâ ‘solciyyan’ taifesinden medet ummaktan baÅŸka ellerinden ne gelir? Ya her köÅŸebaşında veya fare deliÄŸinde kariyerizm hırsıyla kuyrukları titreyen ve ÅŸanslarını bir de solcuların devr-i iktidarında denemeyi düÅŸleyen fırsatçılar sürüsüne ne demeli? GereÄŸinde ‘ÅŸeytan da, müslüman da’ olabilen bu Babil artığı küçük-burjuva güruhunun içinden ola ki en yalak ve salaklarının adam sanılıp seçilme ihtimali de epeyce yüksektir. ‘Adam olsun, çamurdan olsun, yeter ki bizden olsun!’ mantığı ancak gerici iktidarların insanları kirletme ve soysuzlaÅŸtırma emellerine hizmet edebilir. ‘RövanÅŸ’ anlayışıyla solcuların aynı taktiÄŸi kullanmaları bataÄŸa saplanmalarından baÅŸka sonuç vermez. Nitekim SHP-CHP-DSP ile sözümona solcuların ucundan kıyısından bulaÅŸtıkları iktidarlar süresince, paylaşımda kendilerine düÅŸen devlet iÅŸletmelerinde bu yolla yarattıkları tahribat maalesef en azgın gericilerin marifetlerini aratmamıştır. Oysa gericilerin yaptıklarının tersi ilericiler için her zaman doÄŸru sayılmaz ki! Åžöylesi bizim ahlâkımıza daha uygun düÅŸmez mi?:

-“artık iÅŸgücü kiralayamayacağınız yetmiyormuÅŸ gibi

iÅŸgücünüzü de kiralamayacaksınız

iflâs gibi bir durum deÄŸil yani –ne tuhaf-

herkesle birlikte çalışmak zorunda kalacaksınız yalnızca

daÄŸdan gelme ayılarla yalılarınızı paylaÅŸmak zorunda kalacaksınız”

 

7. Sonsöz:

70’li yıllarda ÅŸiddetli mücadelelerin yaÅŸandığı İzmir TariÅŸ İplik Fabrikası’nda anlatılan bir olay geliyor aklıma: DireniÅŸin bastırılmasından sonra MC hükümeti tarafından fabrikaya doldurulan MHP’li militanlar ellerinde zincirlerini ÅŸakırdatarak koridorlarda volta atmaktadırlar. Henüz ne olup bittiÄŸini tam olarak anlayamamış saf bir iÅŸçi bunlardan birine: “Abi, sen nerede çalışıyorsun?” diye sorar. Beriki bıyıklarını buraraktan cevabı yapıştırır: “Lan oÄŸlum, biz buraya çalışmaya gelmedik, çalıştırmaya geldik!”

Çalıştırmaya gelenler, geliÅŸ o geliÅŸ, gelmeye devam ettiler, bütün bir 12 Eylül ve Özal- Demirel- Çiller- Erbakan- Yılmaz dönemleri boyunca akın akın geldiler, hep seçilerek geldiler ve hâlâ geliyorlar, devlet iÅŸletmelerini doldurdular. Ama artık tıkandılar, iÅŸletmeleri öylesine kirlettiler ki minimum verimle bile çalıştıramıyorlar. Ve artık görülüyor ki, kısa dönemde iÅŸletmelerin bu pislikten kurtulması sadece özelleÅŸtirme ile mümkün. Ancak arz-talep kanununun keskin kılıcı bunları kazıyıp atabilir. Bunu çok iyi bildikleri için de özelleÅŸtirmeye karşı mücadelede solcuları bile sollayıp geçiyorlar. 20 Ocak 1997 tarihinde Erdemir’in özelleÅŸtirilmesine karşı EreÄŸli’de düzenlenen mitingde Mümtaz Hoca’dan önce kürsüye, senelerin Türk-Metal baÅŸkanı, azılı solcu düÅŸmanı Mustafa Özbek çıkıyor ve elinden oyuncağı alınan ÅŸirret çocuklar gibi ortalığı velveleye veriyor. Baksanıza, anlı-ÅŸanlı devlet erkânı bile, tek onların paÅŸa keyifleri bozulmasın diye mevcut İş Kanunu’nu filân hiçe sayıp özelleÅŸtirmeden sonrası için dahi bol keseden iÅŸ güvencesi vaat ediyor! 

Onlar özelleÅŸtirmeye karşı çıkarken yerden göÄŸe kadar haklıdırlar. Sarsılacak olan onların uÄŸursuz saltanatıdır. Ama, -netice itibariyle- bunca senedir onun bunun torpiliyle vaziyeti idare etmiÅŸ ve hâlâ bir baltaya sap olamamış süprüntülerin iÅŸ güvencesini savunmak da solcuların üstüne vazife olmamalıdır. Varsın, iÅŸletmelere doldurulmuÅŸ emeÄŸi de, ciÄŸeri de beÅŸ para etmez torpilci ve rüÅŸvetçi güruhu herhangi bir özelleÅŸtirme korkusuyla tir tir titresin! EkmeÄŸini taÅŸtan çıkaran büyük çoÄŸunluÄŸun, alın terinin karşılığını hak eden emekçilerin ve hâlâ kaldıysa o demektir ki bu iÅŸletmelerde ancak bileÄŸinin hakkına kalabilen solcuların zincirlerinden baÅŸka kaybedecekleri hiçbir ÅŸey yok!

Hodri meydan! Biz hazırız, sıkıyorsa satın beyler, görelim!

( Bu yazıda, kaynak belirtilmeden italiklerle verilen bölümler, konu hakkında en yararlı kaynak olarak bulabildiÄŸimiz Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın 1961 yılında yazdığı ve daha sonra  ‘27 Mayıs...’ kitabının başına ilk bölüm olarak koyduÄŸu ‘Sosyalizmimiz ve DevletçiliÄŸimiz’ baÅŸlıklı kitapçığından alınmıştır. )