dakika dakika tekirdağ çorlu haberleri

gazete tekirdağ
ANA SAYFA   |  HAKKIMIZDA   |  GÜNDEM   |   POLİTİKA    |   EKONOMİ    |   SPOR   |     İLETİŞİM  

ABD VE ÇİN

Ersin DEDEKOCA

Önceki hafta ABD ve Çin Halk Cumhuriyeti dışişleri bakanları ve ulusal güvenlik yetkilileri, iki ülke arasındaki sorunları görüşmek üzere Alaska’da toplandılar. Bu toplantı, ABD Başkanı Joe Biden ve Çin Lideri Xi Jinping arasındaki telefon görüşmesi üzerine gerçekleşmişti.

Kamuoyuna yansıdığı kadarıyla, görüşmeler karşılıklı suçlama ve tartışmalarla başladı ve sürdü. Böyle başlayan toplantıdan olumlu ve somut bir sonuç çıkmayacağı beklentisi de gerçekleşti.[1] Daha önceleri pek rastlanılmayan bu görüşme tarzı, Çin tarafının artık özellikle Covid-19 sonrası dünyada kendisine olan güveninin arttığını, ABD ile eşit mesafeden konuşma noktasına geldiğini gösterdi. Keza bu yaklaşım tarzının ve iki ülke arasında yaşanmış olan bazı gelişmelerin (yazımızda bahsedilecektir) ABD cephesinden yorumu ise, Washington’un, baş etmekte zorlandığı Çin sorununu ve Çin’in küresel sistem içindeki yerini tekrar ve daha “geniş bir perspektiften” ele aldığı şeklinde değerlendirilebilir.

Bu yazımızın içeriği, ABD yönetimindeki son değişimle birlikte ABD – Çin ilişkilerinin önümüzdeki dönemde evrilebileceği şekli anlamak ve bu konuda öngörüler yapmak olacaktır.

ABD YÖNÜNDEN SON DÖNEM GELİŞMELER 

20 Ocak’ta göreve başlayan ABD başkanı Joe Biden, son dönemde dünya sahnesinden yavaş yavaş geri çekilen, şaşkın bir görünüm sergileyen ve müttefikleriyle ilişkileri sıkıntılı bir ülkeyi miras aldı. Bitmek tükenmek bilmeyen savaşlardan bıkmış olan Amerika’nın geride bıraktığı boşluğu da geçtiğimiz dönemde bölgesel güçler doldurmuştu.

Bir kaç ay önce, diplomaside çok alışık olunmayan bir şekilde Çin’in Washington büyükelçisi, ABD’nin Asya’da Çin’i dengelemek (çevrelemek) için bir koalisyon oluşturma çabalarının başarısız olacağını söyledi. Bu ve buna benzer gelişmeler ABD’nin, baş etmekte zorlandığı Çin sorununu ve Çin’in küresel sistem içindeki yerini tekrar gündeme yerleştirmesinde yardımcı olduğu söylenebilir.

Yeni yönetimin bu durumu değiştirme adımları zaten beklenmekteydi. Daha doğrusu geçmiş dönemin Washington’unun jeopolitik üstünlüğünü ezdiği çok açıktı. Başkan olarak dış politikaya ilişkin yaptığı ilk konuşmasında Biden, Amerika’nın ve diplomasinin geri döndüğünü söyledi. Böylece, Trump dönemindeki dört yıllık yalnızlaştırıcı “önce Amerika” politikasının ardından Biden, “çok taraflı bir takım oyuncusu olarak” Amerika’nın küresel etkinliğini yeniden var etmeye çalışmaya başladı.

Bu bağlamda Münih Güvenlik Konferansı’nda yaptığı konuşmada Demokrat başkan kendisini, Cumhuriyetçi Trump’ın etkileşimsel dış politikasından ayrı bir yerde konumlandırmıştı.[2] Biden konuşmasında “Son birkaç ayın transatlantik ilişkimizi gerdiğinin ve sınadığının farkındayım; ancak ABD, Avrupa ile yeniden ilişki içine girmek, sizlerle görüşmek ve güvenilir liderlik pozisyonumuzu yeniden elde etmek konusunda kararlıdır” dedi.

Biden göreve geldikten hemen sonra, Trump’ın geri çevirdiği küresel aşılama programına dört milyar Amerikan Doları ($) yardım sözü verdi, Paris İklim Anlaşması’na resmi olarak yeniden katıldı ve yine Trump tarafından reddedilen İran’la nükleer anlaşma görüşmelerini yeniden başlatmak için harekete geçti. Demokrasinin değişen dünyada hâlâ insanlara sunabileceği çok fazla şey olduğunu göstermesi gerektiğini söyleyen Biden, bunun ABD’nin en önemli misyonlarından biri olduğunu vurguladı.

Joe Biden yönetimi ülkenin dış politikasıyla ilgili olarak bu ayın ilk günlerinde “Ulusal Güvenlik Stratejik Rehberi (Interm National Security Guidance)”’ni yayınladı.[3] Ülkenin dış politikasında uygulanacak prensipleri özetleyen ve “Biden Doktrini” olarak isimlendirilen rehber, ülkenin demokratik ülkelerle olan bağlarını irdelerken, Çin ve Rusya gibi otoriter/totaliter devletleri de suçlamaktadır. Keza rehberde, bu tür ülkeleri dışlamak ve Washington’un “küresel liderliğini” yeniden tesis etmek için “savaş gücünden” çok “diplomatik yöntemlerin” tercih edileceği vurgulanmaktadır.

Keza anılan rehber, şimdiye kadar görülmemiş bir orta sınıf vurgusu, çalışan aileler, eşitlik, ırkçılık karşıtlığı, LGBT hakları vurgusu içermekte, yalnızca kriz anlarında değil, genel bir refah yükselmesine dayalı yeni bir toplumsal sözleşmenin gerekliliğinden söz etmektedir. Dış politika ve dış ticaretin nihaî hedefinin sadece şirket kazançları değil, ailelerin ve çalışanların yaşam seviyesini yükseltmesi gerektiği gibi hususlara da yer vermektedir.

19 Mart’ta gerçekleştirilen Çin-ABD heyetlerinin yüz yüze görüşmesinin yeri ve zamanlamasının saptanması, iki ülke arasındaki gerginliğin ilk izlerini sergiledi. Daha önceki ABD Başkan değişimlerinde, Amerikan Dışişleri’nin rutin uygulaması, Çin’le ilk heyetler arası görüşmenin Pekin’de yapılmasıydı. Ama bu kez Washington yönetimi Çin’le ilk görüşmeyi Amerikan topraklarında yapmayı tercih etti.

Keza zamanlama konusundaki bir diğer önemli ayrıntı da, görüşmenin ABD Dışişleri Bakanı Blinken ve Savunma Bakanı Austin’in Uzakdoğu turundan sonra gerçekleşmesi oldu.

ABD ve Çin heyetleri arasındaki gerginlik daha basına poz verirken başladı.[4] İlk tartışma da insan hakları üzerinden çıktı. ABD tarafının Hong Kong, Tayvan ve Uygur Türkleri’nin durumundan bahsetmesi üzerine, Çin de ABD’deki ırkçılığı, siyahlara karşı ayrımcılığı masaya koydu.

İkinci tartışma, yine basının önünde, dünya ticaretini düzenleyen kurallar üzerinden yapıldı. Blinken Çin’i kuralları kendi çıkarına göre “esnetmekle”, hatta ihlal etmekle suçlarken; Çinli mevkidaşı Yang Yi, “ABD dünya kamuoyunu, hatta kendi müttefikleri olan Batı dünyası adına bile konuşabilecek durumda değil” dedi ve kuralları tek başına ABD’nin belirleyemeyeceğini vurguladı. Çinli Bakan, ABD’nin askeri ve mali gücünü kullanarak müttefikleri üzerinde baskı kurduğunu, bunun da kurallarla bağdaşmadığını söyledi.

Üçüncü restleşmenin konusu ise “siber saldırılar” idi. Blinken Çin’i, ABD’ye siber saldırılar organize etmekle suçlayınca Çin heyetinin yanıtı da: “Siber saldırıların şampiyonu ABD’dir. Bu konuda bir sorun varsa, sizin başkalarından önce kendinizi suçlamanız gerekir” şeklinde oldu.

Alaska’nın Anchora kentinde yapılan ve üç gün süren bu toplantıda ele alınan konuları, Çin kaynaklarına dayanarak aşağıdaki şekilde özetleyebiliriz.[5]

Çin tarafının ilettiği hassasiyetler üç başlıkta toplanmaktadır. Bunların ilki, Çin’in ulusal egemenliği, güvenliği ve gelişme çıkarlarını koruma kararlılığıdır. Tayvan, Hong Kong, Xinjiang ve Tibet’e ilişkin konuların Çin’in içişleri olduğu ve bu konularda yabancı güçlerin müdahalesine kesinlikle karşı çıkıldığı ve bu konuların “Çin’in kırmızı çizgileri” olduğudur.

İkincisi, Çin’in, ABD ile arasında önemli anlaşmazlıklar bulunmasına karşın, somut işbirliği noktaları aramaya çalışmış olduğudur. Bu konuda Çin’in, hem kendi çıkarları hem de ABD ve tüm dünyanın çıkarları konusunda sorumlu davrandığı belirtilmektedir.

Çin tarafının belirttiği üçüncü hassasiyet ise, ABD ile ilişkiler konusunda “büyük devletler arası ilişkiler” temelli olması, gerçek anlamda “çok taraflılıkta” ısrarcı olunacağıdır.

Görüşmelerin içeriği hakkında ekleyeceğimiz son bir husus da, ABD ile Çin arasındaki görüşmeler ve tartışmaların, Alaska görüşmesine kadar genel olarak “ekonomi/ticaret” ağırlıklı olmasına karşın, bu kez işin içine diplomasi ve askeri güç kadar, “algı yönetiminin” de girdiği olgusudur.

ABD’NİN ÇİN’E KARŞI SONUÇSUZ POLİTİKALARI

1980’lerin başından itibaren Batı ile pazarlık yaparak ülke ekonomisini yatırım için Batı’ya açan Çin, giderek kendi belirlediği farklı yöntemle “kapitalistleşirken”, Batı sistemi için her krizde kurtarıcı rol oynamıştır. Böylece Batı’nın sıkışmış ve getirisi azalmış sermayesi, ucuz işgücünün olduğu, aşamalı olarak pazar kapasitesi artan Çin’in sağladığı olanaklardan sonuna kadar yararlandı ve bu durum hâlâ sürmektedir.

Bu yönüyle Çin, Batı merkezli küresel kapitalizm için “yaşamsal öneme sahip” bir konum almıştır. Merkezi kontrollü bir ekonomik sisteme sahip olan Çin’in, ekonomik açılımı kendi izin verdiği alan ve oranda gerçekleştirmesi ve bu ekonomik açılmanın, bir türlü siyasal açıklığa dönüşmesine izin vermemesi, Batı sistemi için bir belirsizlik riskiydi.  Çünkü Çin, 2. Dünya Savaşı sonrası kurduğu hiyerarşik küresel düzende, Çin için ayırdığı “pasta payını” ve “sistemi”, Batı sisteminin bir parçası olmayı kabul etmedi.

Washington güdümlü sistemin Pekin için önerdiği sistem: Çin’in daha çok emek yoğun sektörlerde yoğunlaşması, ekonomik büyümesini siyasal ve güvenlik alanlarına yansıtmaması, Batılı şirketlerin yatırımına güvence vermesi, ABD müttefiklerinden uzak durması, bölgesel ve küresel bir stratejiye sahip olmamasıydı. Düşünülen sisteme göre zaten kentleşme ve orta sınıflaşma arttıkça bu geniş kitleler daha liberal bir düzen ve demokrasi talep edecekti.

Bilindiği gibi bu plân tutmadı. Çin şu anda dünyanın ikinci büyük ekonomisi ve böyle giderse kısa bir gelecekte ABD ekonomisini egale edecek gibi durmaktadır. Bütün dünyada yapılan ihracatın yüzde 16’sını Çin gerçekleştirmektedir (ABD yüzde 10). Yabancı sermaye ihracında ABD’nin önünde, sermaye ithalinde ise, ABD’den sonra ikinci sıradadır. Fiyat ve çeşit üstünlüğü nedeniyle, dünyada Çin ile dış ticaret yapan her ülke Çin’e karşı “dış ticaret açığı” vermektedir. Böylece oluşan “devasa uluslararası rezervlerini” Çin, “Bir Kuşak Bir Yol projesi” gibi iddialı ekonomik ve stratejik projelere yönlendirmekte ve Amerikan Hazine Bono/Tahvillerine yatırmaktadır.

Şimdiye kadar sessiz ve derinden giden, “yumuşak güç” potansiyelini kullanmayı yeğleyen, zamanın kendisi lehine çalıştığını düşünerek (aslında burada nüfus azalması, açıklanmamış “batak kredi” ve “aktif-pasif dengesizliğine” sahip bankacılık sistemi gibi ciddi sorunları bulunmaktadır) “sabır siyaseti” izleyen, yüksek perdeden konuşmayan bir Çin’i, ekonomik ve askerî açıdan yavaşlatmak mümkün olamamıştır. ABD açısından daha da kaygı uyandıran gelişme ise, “Çin’in hızla silahlanmasıdır”.

ABD, Obama döneminde Asya Ekseni (Pivot Asia) denilen ve küresel askerî ağırlığını Pasifik’e kaydıran bir stratejiye yönelmişti. Vietnam, Singapur, Filipinler gibi Asya ülkeleriyle askerî ilişkilerini geliştirdi, Quad adı verilen ve Avustralya, Hindistan, Japonya ve kendisinin içinde olduğu dörtlü bir stratejik işbirliği girişimi başlattı. Bu yöndeki tek başarısı Hindistan’ı, Çin’den uzak tutabilmek olmuştu.

Trump yönetimi bir bakıma içe kapanma, dış ticareti azaltma, küreselleşmeyi yavaşlatma, bölgesel sorunlara müdahil olmama, otoriterleşme, milliyetçiliği yükseltme, uluslararası örgütleri zayıflatma gibi araçlarla “Çin’i zayıflatmayı” deneyimledi. Ancak bunların da işe yaramadığı anlaşıldı. Bu politikalarla ne Çin’in ekonomik büyümesi yavaşladı, ne de silahlanma hızı yavaşladı. Tersine bu dönem, Washington’un gücünün içeride ve dışarıda birçok yönden zayıflamasına yol açtı. Trump’ın Çin’e kabul ettirdiği ticaret anlaşması 200 milyar $’lık bir ABD ihracat artışını öngörüyordu. Fakat buna yaklaşılamadığı gibi, ABD merkezli hizmet sektörünün Çin’e girişi gerçekleşemedi.

ABD’nin artık Çin’e uluslararası sistemde bir yer belirlemesi için ve bunu Pekin’e kabul ettirmesi için çok geçtir. Halihazırda ABD, iklim, çevre, salgın hastalıklar gibi konularda işbirliğine devam etse de, aslında “kendi kurduğu küresel düzende değişiklik isteyen revizyonist bir güç” olarak görülmekte, Çin de “sistemin devamından yana” bir algı yaratmaktadır.

Bunun yerine ABD, Çin’i 2013 öncesine, yani Xi Jinping öncesine dönmesi stratejisine yönelmektedir. Bunun anlamı da, Çin’in küresel düzenin uyumlu bir aktörü, “statükocu bir güç” olmasıdır. ABD Biden yönetiminde bütün ağırlığını, Çin’i tekrar statükocu bir güç haline getirmeye verecek gibi görünmektedir.

Bunun için de çok kapsamlı bir stratejiye yöneleceğinin işaretlerini vermeye başladı. “Hegemonik restorasyonu” hedefleyen söz konusu strateji hem ABD iç politikasında bir dönüşüme, hem de dış politikasında “yeni bir paradigma” arayışına dayanmaktadır. Bu paradigmalar “iç meşruiyeti güçlendirme”, “müttefiklerle ilişkileri geliştirme” ve “demokrasilerle otoriterlik arasında” yeni bir jeopolitik kırılma yaratma gibi alt kırılımları içermektedir.

Çin’in küresel rekabette ABD karşısındaki en zayıf noktalarından biri, müttefikinin olmaması ve ABD’nin Çin karşısına müttefikleriyle birlikte çıkmasıdır. Örneğin, Dışişleri Bakanı Blinken, Alaska’daki görüşmeye, müttefikleri G. Kore ve Japonya’ya yaptığı ziyaretin hemen ardından gitti. ABD, hem Çin hem de Rusya’yla şimdilerde içinde bulunduğu stratejik çekişmede, çok değerli dört yıllık yıpranmanın ardından tekrar bu ilişkileri tamir etme yoluna girdi. Bu çerçevede NATO gibi örgütleri güçlendirme, bıraktığı her boşluğu doldurduğu görülen Çin’e daha fazla alan açmamak için Dünya Sağlık Örgütü gibi kuruluşlara geri dönme ve Dünya Ticaret Örgütü’nü yeniden yapılandırma politikasına geçti.

Biden, ABD geri geldi derken, müttefikleriyle birlikte geri gelmeyi kastetmektedir. Trump yönetimi, şu anki küresel güç dengeleri düşünüldüğünde, akla sığmayan bir müttefiklerle sorun çıkarma politikası izledi. Oysa, ABD’nin tam da bu dönemde müttefiklerine daha fazla ihtiyacı olduğu bir zaman kesitiydi.

Ayrıca, Biden yönetimi, ABD’nin Obama’nın son döneminde başlattığı ve Trump ile devam eden, bölgesel çatışmalara da dâhil olmama politikasını da sürdüreceği anlaşılmaktadır. Bu tür çatışmalar, Irak işgalinden beri tartışılan, ABD’nin Çin’e yöneltmesi beklenen enerjisini, boş yere emdiği gerekçesiyle eleştirilmekteydi. Artık ABD’nin Ortadoğu gibi bölgelerde çatışma süreçlerini sona erdirmeye yönelik politikalara dönmesi beklenebilir. Bunun ilk göstergesi Yemen iç savaşı olmuştur.

Amerikan yönetiminin, dört yıllık “Trump arası” sonrası, dış politikasında yeniden insan hakları ve demokratikleşmeyi kullanmaya başlayacağı anlaşılmaktadır. Bu konu alt başlık olmanın çok daha ötesinde önem taşımaktadır. Şöyle ki; Çin ile giriştiği itişmede, ABD’nin elindeki araçlardan biri de “insan hakları” ve “demokratikleşme” konusu olarak durmaktadır.

Soğuk Savaş döneminde iki farklı ekonomik ve siyasal sistem arasında “çok belirgin” bir ayrım vardı. Çin ile rekabet ise, “kapitalizmin iki versiyonu” arasında bir çekişme olarak algılanmaktadır. Bu nedenle, arada fark yaratacak tek olgu olarak “siyasal sistemler” kalmaktadır.

Bu nedenle ABD, küresel olarak Çin’i yalnızlaştırmak için, onun “otoriter” yanını ön plâna çekecektir. Bunun için önce içeriden, sonra bu konuda bazı sorunlu müttefiklerinden işe başlayacaktır. ABD’nin amacı, Çin’i bu konuda yalnızlaştırmak ve tutarlığını göstermek için, kendi içinde düzenlemelere gitmek ve müttefiklerini demokratikleşme konusunda zorlamak olacaktır. Bu konuda ne kadar ısrarcı olacağını ve nereye kadar gideceğini ise zaman gösterecek. Ama her durumda Çin başta Uygur ve Hong Kong olmak üzere, Batı’nın insan hakları konusundaki baskısını hissedecektir. Bunun bir doğal sonucu da, bu baskıyı en çok hisseden ülkelerden birinin Türkiye olacak olmasıdır.

Biden yönetimi içeride yeni bir meşruiyet yaratarak, müttefikleriyle ilişkilerini güçlendirerek ve Çin’e yönelik olarak askerî çevreleme yanında küresel bir demokratikleşme dalgası yaratarak son bir hamleyi denemektedir. Bu amaca yönelik olarak içeride Trump’ın açtığı yaraları sararak, kendisinin demokratik ve iyi huylu bir hegamonik güç olduğunu gösterip, Çin’in otoriter modelinin sakıncalarını göstermeye çalışacaktır.

Tüm bu hususlar ABD’nin elinde kalan son araçlardır. Bu araçların da yetersiz kalması durumunda, Çin’in askeri olarak daha fazla güçlenmesine engel olmak amacıyla ABD’nin, müttefiklerini de ikna ederek, Çin’e yönelik ekonomik ve askerî önlemleri kullanarak sertleşme yoluna gitmesi gibi, daha riskli bir senaryonun da söz konusu olabileceği akla gelmektedir.

Sonuç olarak, ABD’nin, Çin’i kontrol edebilme olanaklarının çok fazla olmadığı anlaşılmaktadır.  Diğer yandan ABD’nin, artık yalnızca dış politikasını değil, teknoloji, siyasal sistem, gelir dağılımı, insan hakları, Ortadoğu dâhil bölgesel politikalar, müttefiklerle ilişkiler gibi çok geniş bir yelpazede Çin faktörünü göz önüne almaya başladığını; bir deyişle, Çin’in artık ABD açısından bir dış politika konusu olmaktan çıkıp, hayatın her alanında hissedilen bir soruna dönüşmüş olduğunu söyleyebiliriz. 

                                                                                                                      

[1] James Griffiths ,“Alaska dispute between US and Chinese officials an inauspicious start to a new era of relations”, CNN World, 19.03.2021, https://edition.cnn.com/2021/03/19/asia/us-china-alaska-blinken-intl-hnk/index.ht

[2] “Munich Security Conference: Joe Biden tells Europe ‘America is back’”,DW, 19.02.2021, https://www.dw.com/en/munich-security-conference-joe-biden-tells-europe-america-is-back/a-56629322

[3] “Interm National Security Gudance“, Mart 2021 https://www.whitehouse.gov/wp-content/uploads/2021/03/NSC-1v2.pdf

[4] “China and U.S. open Alaska meeting with undiplomatic war of words”,Politico, 18.03.2021, https://www.politico.com/news/2021/03/18/china-us-alaska-meeting-undiplomatic-477118; Lara Jakes ve Steven Lee Myers, “Tense Talks With China Left U.S. ‘Cleareyed’ About Beijing’s Intentions, Officials Say”                                                                                                                                                            NYT, 19.03.2021, https://www.nytimes.com/2021/03/19/world/asia/china-us-alaska.html

Yapılan Yorumlar
BACAKLARINIZI GÜÇLÜ TUTUN