Sanayileşmiş ülkeler genellikle iyi yetişmiş, teknik olarak donanımlı göçmenleri seçerek kabul ederken; sınırları delik deşik Türkiye ise herkesi alıp, sonra da bunları “ucuz emek” olarak kullanmakla övünüyor. Bu, sanayileşmiş ülkelerin tercihlerinin tersine, sadece “ucuz emeğe dayalı sanayi” yapısının varlığı, “uluslararası rekabete dayalı sanayi” anlayışı olmadığının da kabulü olmaktadır
ERSİN DEDEKOCA
Afganistan; demografik, sosyal, ekonomik ve politik istikrarsızlığın hüküm sürdüğü bir coğrafyada bulunması nedeniyle “göç veren ülke” konumunu uzun yıllardır sürdürmektedir. Afganların göç için tercih ettikleri başlıca ülkelerden biri de, özellikle 2003 yılından sonra Türkiye’dir. Afganlar siyasi, güvenlik, ekonomik, sağlık ve eğitim gibi pek çok sebeple Türkiye’ye göç etmektedirler.
Afganistan’dan dünyaya yayılan göç, İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemin en önemli göç dalgalarından biridir. Söz konusu göç, yakın tarihlerde, 1989’da Kuzey Irak’tan ya da 2011’den itibaren Suriye’den gerçekleşen göçlerden farklı bir konumdadır. Çünkü Afgan göçü, ansızın ve yoğun bir şekilde yaşanmamış olması ve yayılma eğilimiyle birlikte günümüzde de sürmesi özellikleriyle “karakteristik” bir göç sürecidir.[1]
En geç Ağustos sonuna kadar Afganistan’dan çekileceğini açıklayan ABD’nin bu uygulaması sonrasında, Taliban güçlerinin yönetime tam hâkimiyet kurup, çeşitli vesile ve nedenlerle sert ve kanlı bir yönetim içinde olacağından çekinen Afganlar’ın İran üzerinden Türkiye’ye göç etmesi, son ay hızlanmış ve ülkede yeni spekülâsyonlara yol açmıştır.
Bu güncel gelişmeden hareketle, Türkiye’ye yönelik hızlanan Afgan göçü ve “düzensiz göçmen” sorununu bu haftaki yazımıza konu aldık.
AFGAN GÖÇÜNDE SON YAŞANANLAR
Taliban’ın geçen hafta yaptığı açıklamaya göre, Afganistan’ın yüzde 85’inin kontrolünü ele geçirmiş durumda. Son iki ay içinde ülkedeki 400 yerleşim noktasından 194’ünün kontrolü örgüte geçmiş halde. Bu bölgeler arasında, Türkmenistan ve İran sınırındaki iki hudut güvenliği noktası da bulunmaktadır.[2]
Bilindiği gibi ABD, SSCB’nin 1989 yılında çekilmesinden sonra bu topraklarda işi daha da kolaylaşan ve El Kaide örgütünün 11 Eylül 2001’de Dünya Ticaret Örgütü’nün ikiz kuleleri ve Pentagon’a yönelik saldırıları üzerine, ülkesine yönelik başka bir saldırıyı önlemek ve El Kaide savaşçılarının kökünü kazımak için Afganistan’a saldırıp işgal başlatmıştı. 11 Eylül saldırısının beyni Usame bin Ladin, 2011 yılında komşu Pakistan’da bir ABD komando timi tarafından öldürülmüştü.
Afgan yetkililerin, hükümetin, uluslararası destek olmadan Taliban’a karşı savunmasızlığı konusundaki ciddi endişelerine rağmen, yeni ABD başkanı Joe Biden Nisan 2021’de tüm Amerikan kuvvetlerinin 11 Eylül’e (Dünya Ticaret Merkezi’ne yapılan terör saldırısının 20 yılı) kadar ülkeyi terk edeceğini duyurdu.[3]
Taliban 2001 yılında ABD liderliğindeki güçler tarafından Afganistan’da iktidardan uzaklaştırılmıştı. Ancak anılan örgüt, o zamandan beri kademeli olarak güç kazandı ve yeniden ülkeyi ele geçirmektedir. Özellikle ABD, 20 yıllık savaşın ardından, Ağustos sonuna kadar çekilmeyi tamamlamaya hazırlanırken Taliban, Afgan askeri karakollarını, kasaba ve köylerini ve çevresindeki büyük şehirleri işgal etmekte ve hükümeti devirebileceklerine dair korkuları güçlendirmektedir. Afganistan’ın son 25 yılına damga vuran Taliban örgütü yeniden canlanmakta ve ülke çapında hızla ilerlemektedir.
Şehre ulaşan tüm ulaşım kanallarını kontrol altına alan Taliban birlikleri, başkent Kabil’i çevrelemiş durumdadır. Her geçen gün başkente biraz daha yaklaştıkları belirtilmektedir.
Bu gelişmenin en önemli sonucu, çevre ülkelere olacak “göç” sorunudur. Afganistan’da iki yıl içinde 3 milyon insanın ülkeden kaçması beklenmektedir. Pakistan istihbaratının Taliban ile “olumsuz” ilişkileri düşünüldüğünde, bu kaçışların önemli bir kısmının İran üzerinden Türkiye’ye yönelmesi kaçınılmaz görünmektedir.[4]
AFGAN GÖÇÜ ve TÜRKİYE
Türkiye’deki mevcut Afgan göçmenleri iki gruba ayırabiliriz. Bunların ilki, “uluslararası koruma” başvurusu yapmış veya “koruma statüsünü” almış Afgan sığınmacılardır. İkinci grup ise, temelde ekonomik nedenlerle ve daha iyi bir hayat yaşamak için Türkiye’ye gelen Afgan göçmenlerdir. İlk grubun, üçüncü ülkelere geçiş aşamasında azalan kotalar ve uzayan süreler nedeniyle sorun yaşamalarından dolayı Türkiye’de kalma süreleri uzamaktadır. İkinci grup göçmenler ise, temelinde ekonomik nedenlerle göç etmeleri nedeniyle uluslararası koruma başvurusu yapma veya statü alma konusunda sorun yaşamaktadırlar. Bu iki gelişme, ülkedeki Afgan göçmen/sığınmacı sayısını zaten arttırmışken, şimdilerde daha topluca bir göç dalgası yaşanmaktadır.
Türkiye’ye göç etmiş Afgan uyrukluların durumunu iki ayrı statüde ele alabiliriz:
* Afgan Sığınmacılar/Mülteciler: Uluslararası koruma başvurusu yapmış ya da bu statüyü almış kişilerdir.
* Afgan Göçmenler: Temelde ekonomik nedenlerle ve daha iyi bir hayat yaşamak için Türkiye’ye gelmiş olanlardır. Düzensiz göçle Türkiye’ye gelmiş ve uluslararası koruma başvurusu yapmamış veya başvuruları reddedilmiş kişiler bu gruptadır.
İlk gruptaki Afgan uyruklular, Afganistan’dan etnik kökeni, tabiiyeti, mensubu olduğu toplumsal grup veya siyasi düşüncelerinden dolayı zulme uğrayacağından haklı sebeplerle korktuğu için Türkiye’ye gelen, ya da bu korku nedeniyle Afganistan’a dönemeyen veya dönmek istemeyen ve uluslararası koruma statüsü verilen kişilerdir.
İkinci grupta belirtilen kişiler ise, daha çok ekonomik sebeplerle ve daha iyi bir hayat yaşamak için Türkiye’ye gelen Afgan göçmenlerdir. Bu göçmenler uluslararası korumaya hiç başvurmayan veya başvuruları reddedilen kişilerdir. Bu grup Türkiye’deki hayatlarını “kaçak” olarak sürdüren Afgan göçmenlerdir.[5]
20 yıldan bu yana yabancı kurum ve kuruluşlarla çalışan, tercümanlık yapan, NATO askerlerine yönelik servis hizmetlerinde çalışmış şirket çalışanlarından 18 bin ailenin Afganistan’dan kaçmaya hazırlandığı bilinmektedir. Washington yönetiminin Afganistan’dan birliklerini çıkarma kararı aldığı Nisan ayından bu yana, yönetimin askerî birliklerinin durumu da sistemli bir şekilde kötüye girmektedir. Afgan askerî birlikleri, Amerikalılar’dan kalan/gelen zengin askerî mühimmatları Taliban güçlerine bırakarak geri çekilmekte ve komşu ülkelerin sınırlarını geçmeye çalışmaktadır.[6]
Temmuz ayında Türkiye kapısında Afganlılar birikmeye başladı. İran sınırından her gün 500 civarında giriş yaşanmaktadır. Bu yeni gelenler, şu anda Türkiye’de yaşayan ve 3,6 milyonu Suriyeli dört milyon mülteciye katılmaktadır. Göçmenlerin, öncelikle “mezhep” farklılığı ve siyasi durumundan nedeniyle İran’da kalmaktan yana olmadıkları bilinmektedir. Başka bir anlatımla İran’ı “transit ülke” olarak görmektedirler. Bu bağlamda Afganların Suriyelilerden farkı, Suriyelilerin büyük kısmının Türkiye’yi transit ülke olarak görmesidir. Ancak Afganlar için durum farklı durmaktadır. Afganlar’ın sadece yüzde 10’u için Türkiye “transit ülke”, geri kalanı için ise “son durak” olarak tercih edilmektedir.[7]
Amerikan kuvvetlerinin ülkeden çıkışını bir tür “kaçış” olarak adlandırmak mümkün. En azından Bagram Askerî Hava Üssü’nden çok sayıda aracı geride bırakarak çekilmeleri böyle gözüküyor. Washington “güvenlik maksadıyla” Afgan yönetimine üssün ne zaman terk edileceğini bildirmemişti. Sonuç olarak terk edilmiş üs, askerler gelene kadar yerel halk tarafından yağmalanmış oldu.[8]
Kısaca ABD, Afganistan’dan çıkarak herkesi cezalandırmış oldu ve bölgeyi kaderine terk etti. Afganların geleceğiyle oynayan, bazen Taliban liderlerine yakın durarak, bazen de saflarını bölerek müdahalelerde bulunan İran bile, Taliban’ın devlet üzerinde kontrolü sağlayıp başkent Kabil’i işgal etme olasılığı nedeniyle kendisini tehlikede hissetmektedir.[9]
TÜİK’in en son yayımladığı göç istatistiklerine göre, Türkiye’ye gelen yabancı uyruklu nüfus içinde ilk sırayı yüzde 14,5 ile Irak vatandaşları almış durumdadır. Bu ülkenin ardından yüzde 13,8 ile Türkmenistan, yüzde 8,2 ile Afganistan, yüzde 7,5 ile Suriye ve yüzde 7,3 ile İran gelmektedir.
Türkiye mevcut ekonomik yapısının “dışa bağımlılık, kaynak sıkıntısı, bütçe ve dış denge açığı, işsizlik, enflâsyon, refah düşüşü, siyasi istikrarsızlık, orta gelir tuzağı” başlıklarında toplanabilecek “kırılganlıklara” bu kez, “çoğu niteliksiz” yeni göçlerle eklenen insan kaynağının yaratacağı kırılganlıklar, pek de haklı olarak ülke insanını tedirgin etmektedir. Bir diğer anlatımla, çalışan nüfusun yüzde 60’ının asgari ücret veya altında gelir aldığı, en az 20 milyon insanın aslında “açlık sınırı” altında yaşadığı, işini kaybedenler de eklendiğinde bu sayının 30 milyona çıktığı bir ülkede yaşanan bu tedirginliğe de hak vermek gerekir.
ÜLKEDEKİ GÖÇMENLERİN HUKUKİ KONUMU
Sığınmacılık ile ilgili uluslararası düzenlemelerin tarafı olan devletler, bu konuyu çoğunlukla iç hukuk kuralları ile de düzenlemiştir. Ancak devletler sığınmacılık ile ilgili bu düzenlemeleri yaparken, uluslararası bazı kurallara dikkat etmek zorundadır. Bu konudaki uluslararası nitelikte temel düzenleme 1951 tarihli Mültecilerin Hukuki Durumuna Dair Birleşmiş Milletler Cenevre Sözleşmesi’dir. Keza bu kapsamda ülkemizde sığınmacılarla ilgili kabul edilen yasal düzeydeki ilk temel düzenleme, 4.4.2013 tarih ve 6458 sayılı Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanunu’dur (YUKK).
Ülkelerindeki savaştan, çatışmadan, baskıdan kaçan, asıl amacı Türkiye üzerinden Batı’ya geçmek üzere ülkemize göç edenlere “sığınmacılar” demekteyiz. “Mülteci” değil de sığınmacı ifadesinin kullanılması, “Türkiye’nin mültecilerin uluslararası statüsünü belirleyen Cenevre sözleşmesine koymuş olduğu çekince” temellidir. Bu çekince çerçevesinde Türkiye, ülkenin doğusundan gelen kişilere “mülteci” statüsü tanımamaktadır.[11]
Ülkesinde sığınma talebinde bulunulan devlet, sığınma talebinde bulunan yabancılara, uluslararası bir yükümlülüğü bulunup bulunmamasına göre değişik hukuksal statüler uygulayabilmektedir. Bu kapsamda bir devletin uluslararası yükümlülüklerin sınırları içinde kalmak şartıyla, sığınma talebinde bulunan yabancılar için farklı uluslararası koruma statüleri öngörmesi mümkündür.
Uluslararası Koruma Statülerini aşağıdaki 4 başlıkta toplayabiliriz:
–Mülteci Statüsü
Hangi göçmenin “mülteci statüsüne” alınacağı aslında tüm dünyada “politik önceliklerle” belirlenen bir konudur. Çünkü bu statüyü devletler vermekte ve onlar da, mülteci politikalarıyla rakiplerine ve/veya düşmanlarına “siyasi mesaj” vermiş olmaktadırlar.
Türkiye, “Avrupa ülkeleri dışında meydana gelen olaylar sebebiyle olan sığınmacılık taleplerine “mültecilik” statüsünü tanımadığı için eleştirilmektedir. Ortadoğu’ya komşu olan ve Avrupa’ya geçiş noktası konumundaki Türkiye’nin sığınmacı akınına uğrama potansiyeli oldukça yüksektir. Bu nedenle Türkiye’nin Avrupa dışında meydana gelen olaylar sebebiyle ülkemize sığınan yabancılara mülteci statüsü vermemesi haksız değildir.
Ancak Suriye olayları bağlamında ortaya çıkan “kitlesel sığınmacılık” durumu, Türkiye’nin bu uygulaması, kendi politikası yönünden haklı durmaktadır. Türkiye’de Suriyelilere kolaylıkla verilen “geçici koruma statüsü”, Iraklılara ve Afganlara verilmemiştir. Çünkü Türkiye yönetimi Esad’a düşmandı (!) ve ondan kaçanlara kucak açarak, onun zulüm yaptığını tüm dünyaya bu yolla duyurmuş olmaktaydı! Aynı “iltica imkânını”, Irak ya da Afganistan’dan gelenlere sunulmamaktadır, çünkü Türkiye’nin, bu ülkeleri perişan eden ABD ya da Taliban güçleriyle o kadar derdi yoktu!
Politik nitelikli söz konusu yaklaşımın sonucu olarak Afgan göçmenlerin hiçbir statüleri yoktur. Suriyeliler, “geçici koruma statüsünde” olduklarından sağlık hizmetlerinden faydalanabilmektedirler. Afgan göçmenler ise, çoğu “kayıt dışı” oldukları için, hiçbir “sosyal güvenceye” sahip değillerdir.
– Şartlı Mülteci Statüsü
YUKK, “Avrupa ülkeleri dışında meydana gelen olaylar sebebiyle” vatandaşı olduğu ülkenin dışında bulunan ve bu ülkenin korumasından yararlanamayan kişiyi “şartlı mülteci” olarak tanımlamıştır.
“Üçüncü ülkeye yerleştirilinceye kadar, şartlı mültecinin Türkiye’de kalmasına izin verilir” ibaresiyle, Türkiye’de mülteci olarak kalma imkânı bulunmayan yabancıya şartlı mültecilik statüsünün verilmesiyle, üçüncü ülkeye yerleştirilinceye kadar Türkiye’de kalmasının yolu açılmıştır.
-İkincil Koruma Statüsü
Bu statüyle, mülteci veya şartlı mülteci olarak nitelendirilemeyen, ancak menşe ülkesi veya ikamet ülkesine gönderildiği takdirde bazı olumsuz durumlarla karşılaşacak olan kişilere, uluslararası koruma yolu sağlanmış olmaktadır.
Ölüm cezasına mahkûm olacak veya ölüm cezası infaz edilecek, işkenceye, insanlık dışı ya da onur kırıcı ceza veya muameleye maruz kalacak, uluslararası veya ülke genelindeki silahlı çatışma durumlarında, ayrım gözetmeyen şiddet hareketleri nedeniyle şahsına yönelik ciddi tehditle karşılaşacak kişiler için uygulanmaktadır.
-Geçici Koruma Statüsü
Bireysel sığınma olaylarında mültecilik talebinde bulunan kişilerin mültecilik şartlarını taşıyıp taşımadıklarının saptanması kolaydır. Ancak kitlesel sığınma olaylarında bu tespit neredeyse olanaksız gibidir. Bu nedenle kitlesel sığınma durumlarında devletlerin genel eğilimi, “geçici koruma statüsü” adıyla sığınanlara koruma sağlamasıdır. Bu durum, devletlerin ulusal çıkarlarını ön planda tutarak getirilmiş, koruma sisteminden bir sapma olarak değerlendirilmektedir.
Bu konuda YUKK’da, bir yabancıya geçici koruma statüsünün verilebilmesi için gereken şartlar: (a) Ülkesinden ayrılmaya zorlanmış, (b) Ayrıldığı ülkeye geri dönemeyen, (c) Acil ve geçici koruma bulmak amacıyla (d) Kitlesel olarak sınırlarımıza gelen veya sınırlarımızı geçen yabancılara geçici koruma sağlanabileceği düzenlenmiştir. Bu durumda, bireysel olarak gelen bir yabancıya geçici koruma statüsünün verilmesi söz konusu olmamaktadır.
GÖÇ YOLUYLA ÜLKEYE GELENLERİN EKONOMİDEKİ YERİ ve YÖNETİMİNİN KONUYA YAKLAŞIMI
Son dönemde Afganistan’dan çok sayıda insanın göç ederek Türkiye’ye gelmesi, sığınmacı tartışmalarını yeniden alevlendirdi.
Gazi Üniversitesi (GÜ) Sosyoloji Bölümü Öğretim Üyesi ve Göç Araştırmaları Derneği (GAR) kurucularından Didem Danış yaptığı değerlendirmede:
“Türk vatandaşlarının yapmak istemediği en düşük statülü işleri mülteciler yapıyor. Türklerin tercih etmemesinin nedeni, bu işlerde ücretlerin çok düşük ve çalışma koşullarının çok kötü olması. Özellikle belli sektörlerde, tekstil, bakıcılık, yeme ve içme işlerinde mülteciler var. Taksim’den başlayıp Ege kıyılarından Akdeniz kentlerine kadar neredeyse bütün otellerde Orta Asyalı göçmenleri görüyoruz. Yine Gaziantep’te sanayi bölgesinde ve imalât işlerinde Suriyeli mültecilerin çok düşük ücretlere çalıştığını görüyoruz.” şeklinde açıklamada bulundu.[12]
Bu bağlamda AKP Genel Başkan Danışmanı Yasin Aktay’ın “Suriyeliler bir gitsin ülke ekonomisi çöker” yorumundan sonra, yine AKP Genel Başkan Yardımcısı Mehmet Özhaseki, sığınmacıların kimsenin gönderemeyeceğini belirterek, “Şimdi bazı şehirlerde sanayiyi onlar ayakta tutuyorlar. Gaziantep sanayisine gidin yüzbinlerce insan en ağır ve en zor işlerde çalışıyorlar” dedi. Diğer yandan da TV kanallarında dolaşan AKP milletvekilleri de, tarımda daha çok çoban olarak söz konusu göçmenlerin çalıştırıldığını, böylece tarımdakilerin ekonomik olarak ayakta kalabildiklerini söylediler.
Siyasilerin dile getirdiği yukarıdaki görüşte bir doğruluk payı elbette var. Ama bu “ucuz göçmen işgücünün” pozitif bir unsur gibi sunulması, hükümetin konuya sadece “işveren” penceresinden baktığını, “güvencesiz iş gücünün istismarına” göz yumulduğunu göstermektedir. Siyasilerce yapılan böylesi bir değerlendirmenin “ciddi olarak tartışılması gereken politik bir yönü” olduğunu düşünüyoruz.
Tartışmalara, son yıllardaki göçmen hareketinin “bir süre daha devam edecek” bir “dünya sorunu” olduğu, Türkiye’nin bundan en olumsuz etkilenen ülkeler arasında bulunduğu, ülkedeki sorunun temelinde de, büyük ölçüde “yanlış yönetim” bulunduğu şeklinde yaklaşmak gerekmektedir. Göçmenlik sorununa “ucuz emek avantajı” diye bakan iktidar mensuplarının, Türkiye ekonomisi hakkında ne kadar “sınırlı düşündükleri” bu vesile ile görülmüştür.
Sanayileşmiş ülkeler genellikle iyi yetişmiş, teknik olarak donanımlı göçmenleri seçerek ülkelerine kabul ederken; sınırları delik deşik olan Türkiye ise herkesi alıp, sonra da bunları “ucuz emek” olarak kullanmakla övünüyor. Bu söylem, sanayileşmiş ülkelerin tercihlerinin tersine, sadece “ucuz emeğe dayalı sanayi” yapısının varlığı, “uluslararası rekabete dayalı sanayi” anlayışı olmadığının da kabulü olmaktadır.
Diğer yandan ülkenin sanayicileri de, “temel sorunlara çözüm yerine işlerine gelen imtiyazları kullanarak yollarına devam etme isteğini” bir türlü terk etmedikleri ortaya çıkmaktadır. İş insanları, Türkiye’nin son yıllarda dünyadan koptuğunu, küreselleşme hızlandıkça mevcut ekonomik yapıyla çok daha geride kalacağımızı artık farkına varmalılar.
Sığınmacılara “ucuz işgücü” kaynağı olarak bakılması, ‘verimlilik’ kavramından uzak olduğumuzun bir göstergesi olarak değerlendirilmelidir. Çünkü ülkemizde verimlilik, “rekabetçi kur” ve “ucuz işgücü” olarak anlaşılmaktadır. Ülkemizde sığınmacılara “onlar olmazsa kim çalışacak o işlerde?” diye bakanlar çok. Bu bakış açısı sık sık dile getirilen şu saptamayla örtüşüyor: “Çalıştıracak işçi bulamıyoruz.” Hem de işsizliğin bu kadar yüksek olduğu bir ülkede dile getiriliyor bu tespit. Aslında burada atlanan gerçek: Verdiğiniz ücret çok düşükse elbette çalışacak bulamazsınız.
*Göç Konusunun Sosyolojik Boyutu
Devletlerin mültecilere kalıcı çözüm sağlamak konusunda uluslararası hukukta bir yükümlülükleri bulunmamaktadır. Ancak literatürde sığınmacılar ve mültecilerin normal bir yaşama dönmeleri için birtakım kalıcı çözümler öngörülmüştür. Literatür üç temel “kalıcı çözüm (durable solution)” üzerinde durmaktadır. Bunlardan birincisi “gönüllü dönüş (voluntary repatriation)”, mültecinin geldiği ülkesine, kendi isteğiyle güvenli bir şekilde dönmesidir.
İkincisi “yeniden yerleştirme (resettlement)”,mültecinin sığınma ülkesinden, kendisini daimi olarak kabul etmeye hazır üçüncü bir ülkeye gönderilmesidir. Son seçenek de, “yerel entegrasyon (local integration)”,mültecinin sığındığı ülkesinde kalıcı ve ikamet hakkı elde ederek yaşayabilmesidir.[13]
Türkiye, Suriyeliler’in mevcut ve ne zaman sonlanacağı belirsiz olan çatışma ortamından gelen “kitlesel bir sığınma” hareketiyle, daha önce deneyimlemediği bir durumla karşı karşıya kalmıştır. Ülkede sayıları 4 milyonu bulan Suriyeli sığınmacıların burada “kalış statülerinde”, hukuki durumları ve gönüllü dönüşleri şu an için bir imkân içinde mümkün görünmeyenlerin, “belirsiz geleceklerini” hafifletecek bir uyum/ entegrasyon sürecine alınması, yüzleşilmesi ve üzerinde konuşulması gereken bir konu haline gelmiştir.
TÜRKİYE, ABD VE TALİBAN
Kabil Havalimanı’nın güvenliğini üstlenen Türkiye de, bölgedeki geniş ve karışık ilişkiler bütününe dâhil olmuş oldu. Havalimanının güvenliğinin Afgan güvenlik güçleri değil Türk askerleri tarafından sağlanacak olmasına Rusya’nın üç haklı itirazı bulunmaktadır: Birincisi, Türkler bunu Kabil yönetimiyle değil Amerikalılar’la anlaşarak yaptılar. İkincisi, Taliban NATO birliklerinden kalan her unsuru işgalci olarak tanıyacağını net bir şekilde söyledi. Üçüncüsü ise 20 yıl boyunca Kabil Havalimanı’nın güvenliğini sağlamak açısından Amerikan-NATO askeri birliğinin 600 tane Afgan yetiştirememiş olmasının garipliği.
Diğer yandan Afganistan ile sınırdaş olan ülkeler sınır güvenliğini kuvvetlendiriyor. Özbekistan ve Tacikistan’da savaşa hazırlık kontrolleri yapılmaktadır. Her iki ülke Rusya ile birlikte 5-10 Ağustos tarihleri arasında Hatlon bölgesinde tatbikat düzenleyecektir
Havalimanın güvenliği, “Kabil’in korunması” açısından gerçekten yüksek derecede bir öneme sahiptir. Fakat daha önemlisi, bu pozisyonun “diplomatik pazarlıklarda” oynayabileceği rol. Washington, Ankara’nın Afgan dosyasında ağırlığını artırarak, bir taraftan bölgedeki rakibi Rusya’ya karşı hem “denge” kurarken, hem de “Ankara üzerinden Moskova ile işbirliğine” kapı aralamaktadır.[14]
Taliban, 2018’de ABD ile doğrudan görüşmelere başlamıştı ve Şubat 2020’de iki taraf, Doha’da ABD’nin geri çekilmesini ve Taliban’ın ABD kuvvetlerine yönelik saldırıları önlemesini taahhüt eden bir barış anlaşması imzalamıştı. Diğer vaatler arasında El Kaide veya diğer militanların kontrol ettiği bölgelerde faaliyet göstermesine izin verilmemesi ve ulusal barış görüşmelerine devam edilmesi de yer almıştı.[15]
Ancak takip eden yılda Taliban, Afgan güvenlik güçlerini ve sivilleri hedef almaya devam etti. Şimdi, ABD ayrılmaya hazırlanırken grup yeniden canlanıyor ve ülke çapında hızla ilerlemektedir.
ABD ve müttefik askerlerin çekilmesinin Afganistan’a barış getirmeyeceğine yönelik görüşleri destekleyen en önemli argüman, ABD ve Taliban arasında akdedilen barış anlaşmasına rağmen, son aylarda ülkede şiddetin artması ve Taliban’ın kontrolü altındaki bölgelerin genişlemesidir Yabancı asker çekilirken Taliban’ın daha da saldırganlaştığı dikkatlerden kaçmamaktadır
Afganistan’ı yakından takip eden uzmanlara göre Taliban, bu tarihten sonra Pakistan’ın bölgedeki çıkarları için vekâlet savaşı veren bir örgüt haline dönüştü. Bilindiği gibi Pakistan, Birleşik Arap Emirlikleri ve Suudi Arabistan, Taliban’ı resmen tanımıştı.
Amerikan işgalinin üzerinden 20 yıl geçmesine rağmen hala adından söz ettiren Taliban, ABD varlığının sona ermesini ve tüm yabancı güçlerin ülkeden çekilmesini istiyor. Batılı uzmanlara göre, görevden uzaklaştırılmasının ardından gücünü yeniden toparlayan örgüt, potansiyel bir tehlike olarak durmaktadır. Özellikle de ABD ve NATO güçlerinin Afganistan’dan çekilmesi sonrası Afgan ordusunu mağlup edebileceği belirtilmektedir.[16]
Afgan analistler de, Pakistan’ın sağladığı destek nedeniyle Taliban’ın neredeyse eski gücüne yeniden ulaştığını ve yabancı güçlerin çekilmesinin ardından kısa sürede Kabil’e dayanabileceğini öne sürmektedir.
Son 40 yıldır işgaller ve iç savaşlardan yorulan halkın yeni bir kanlı savaşı kaldıramayacağı göz önünde bulundurulursa, hem Afgan halkı hem de merkezi hükümet, Taliban’ın barış masasına oturmasını isteyeceği açıktır.
Daha önce de bahsettiğimiz üzere ABD başkanı Donald Trump, Beyaz Saray’daki son yılında ve Afgan hükümetinden uzakta, Taliban Hareketi ile tek taraflı bir anlaşma imzalamıştı. Washington, anlaşma ile Taliban’ın şiddet eylemlerini azaltması karşılığında sayıları 2 bin 400 olan askerlerini tamamen çekmeyi taahhüt etmekteydi. Esasında bu basit bir anlaşmaydı ve Washington, kendisine 3 bin 400 can kaybına ve 1 trilyon Amerikan Dolarına mal olan bir “savaş arenasından çekilme” hedefini gerçekleştiriyordu.
Aslında Washington, en az 20 yıl önce, 2001’de el-Kaide’nin ideolojik ve lojistik destekleyicisi olan Taliban’ı devirerek, 11 Eylül olaylarının intikamını aldıktan sonra da geri çekilebilirdi.
Kısaca ABD, Afganistan’dan çıkarak herkesi cezalandırdı. Bölgeyi kaderine terk etti. Afganların geleceğiyle oynayan, bazen Taliban liderlerini kucaklayarak, bazen de saflarını bölerek müdahalelerde bulunan İran bile, Taliban’ın devlet üzerinde kontrolü sağlayıp başkent Kabil’i işgal etme olasılığı nedeniyle kendisini tehlikede hissetmektedir.
Birleşmiş Milletler raporlarında yerel düzeyde en tehlikeli ve “tahmin edilemeyen” bir örgüt olarak görünen; en alt düzeyde ise, Taliban’ın gelirlerini büyük oranda sağlayan haşhaş tohumlarının ekilmesinden, afyon üretiminden. Taliban’ın bir yılda bu illegal uyuşturucu trafiğinden 400 milyon Dolar kazandığı tahmini yer almaktadır.[17]
SONUÇ YERİNE
En geç Ağustos sonuna kadar, işgal ettiği Afganistan topraklarından çekileceğini açıklayan ABD’nin bu uygulaması sonrasında, Taliban güçlerinin yönetime tam hâkimiyet kurup, çeşitli vesile ve nedenlerle sert ve kanlı bir uygulama içinde olacağından çekinen Afganlar’ın İran üzerinden Türkiye’ye göç etmesi hızlandı.
Şehre ulaşan tüm ulaşım kanallarını kontrol altına alan Taliban birlikleri, başkent Kabil’i çevrelemiş durumdadır. Her geçen gün başkente biraz daha yaklaştıkları belirtilmektedir.
Bu “çekilmedeki hızlanmayla”, Afganistan’ın son 25 yılına damga vuran Taliban örgütü yeniden canlanmakta ve ülke çapında hızla ilerlemekte ve kontrolünde tuttuğu toprak ve nüfus sayısı giderek artmıştır. Kısaca ABD, Afganistan’dan çıkarak herkesi cezalandırmış ve bölgeyi kaderine terk etmiş oldu.
Bu gelişmenin en önemli sonucu, çevre ülkelere olacak “göç” olacaktır. Afganistan’da iki yıl içinde 3 milyon insanın ülkeden kaçması beklenmektedir. Komşu Pakistan istihbaratının Taliban ile “olumsuz” ilişkileri düşünüldüğünde, bu kaçışların önemli bir kısmının İran üzerinden Türkiye’ye yönelmesi kaçınılmaz görünmektedir.
ABD’nin bu “çekilme” uygulaması sonrasında, Taliban güçlerinin yönetime tam hâkimiyet kurup, çeşitli vesile ve nedenlerle sert ve kanlı bir uygulama içinde olacağından çekinen Afganlar’ın İran üzerinden Türkiye’ye göç etmesi, son ay hızlanmış ve ülkede yeni spekülâsyonlara yol açmıştır.
Ülkedeki spekülâsyonun başında, “sığınmacıların ucuz işgücü” olarak görülmesi, diğeri ise İran’ın, ABD yönlendirmesiyle bu göç yığınlarının “Türkiye sınırına ulaşmasına verdiği lojistik destek” olmaktadır.
Bu vesileyle, Türkiye’deki 5 milyon civarındaki sığınmacının giderek ”kalıcı” hale gelmesi gerçeği ve bu “düzensiz göçmen” sorununa ülke yönetiminin “yetkin” olmayan yaklaşımı da su üstüne çıkmış durumdadır. Aynen ülke merkezi yönetiminin “orman yangınlarındaki yaklaşım, beceriksizlik ve inatlaşması” gibi.
Diğer yandan, hak sahibi olamadan, fakirlik içinde, “ucuz emek” unsuru ve üstelik kimi zaman “hor görülerek” sürdürülmeye çalışılan çok zor bir “sığınmacı yaşamına” benzer şekilde…