"4 Nisan 1922 tarihinde Bandırma'da dünyaya geldi. Türk bilim adamı. Babası Hocazade Halil Efendi, annesi Zehra Hanım olup her ikisi de Kırım muhaciri idi. Liseyi bitirdikten sonra ailesinin triko-örme işinin başına geçip onu ülkenin en başarılı sanayi kuruluşlarından biri haline getirdi. Karaca firması Türkiye'de ihracatın liderliğini yapmış, üstelik bunu diğer kuruluşlardan neredeyse 20 yıl önce gerçekleştirmiştir. Hayrettin Karaca bu konuda şöyle konuşmaktadır. Ellili yaşlarında, Türkiye'nin ilk özel arboretumunu kurdu. Yurtiçi ve yurtdışında gezdiği her yerden tohumlar topladı, botanik bahçelerini gezdi, bağlantılar kurdu. Bugün Yalova'daki Karaca Arboretumu, dünyanın her yerindeki botanikçiler tarafından bilinmektedir.Yılda iki kez yayınlanan Arboretum Magazin'i bilimadamlarının araştırma ve görüşlerinin yayınlandığı bir forumdur. 14.000 türü barındıran arboretum aynı zamanda ülkenin tehlikedeki türleri için bir gen koruma merkezidir. Hannover Üniversitesi'nden ekoloji profesörü Franz H. Meyer, Hayrettin Karaca'dan "Şimdiye kadar hiç böylesine kişisel çıkar gütmeden, kendini insanlığın yararına çalışmaya adamış birine rastlamadım." diye bahsetmektedir. Karaca, TEMA Vakfı'nın kurucularındandır."
"HAYRETTİN KARACA ANISINA"
Şimdi sizlere desem ki, ağaçlar acıyı hissedebilir, hafızaları vardır ve ebeveyn ağaçlar çocuklarını eğitir ve korurlar; ne düşünürsünüz?
İnanır mısınız?
Günde bin defa önünden öylesine geçtiğiniz ağaçlara hiç bu gözle baktınız mı?
Aylardır aradığım bir kitap yılbaşında hediye olarak kucağıma kondu. Ve ben nefes almadan okuyorum. Hem de nasıl böyle,ürpererek... Hemen söyleyeyim adını, “Ağaçların Gizli Yaşamı”, yazarı da Peter Wohlleben. Adam kendine ormancı diyor ama bildiğiniz kereste ticareti yapıyor. Nedense çocukluğumdan beri ormancı kelimesi bana meslek olarak “ormanı koruyan kişi” çağrışımı yapmıştır. O yüzden ilk şokum tam tersi, “kesmek üzere ağaç yetiştiren kişi” olması.
Neyse efendim, yazarımız günün birinde ölü ormanlara turistik geziler düzenlemeye karar veriyor. Ve değişim tam da burada başlıyor. Kendi ticaret mantığına göre yamru yumru ve değersiz bulduğu ağaçlara hayran kalıyor insanlar. Toprağın dışına taşmış köklerine, yosun tutmuş kabuklarına gösterilen sevgiyi ve ilgiyi görünce kendisi de bambaşka bir gözle bakmaya başlıyor ormana. Bu konuda ne kadar bilimsel araştırma varsa peşine düşüyor.
İlk şaşırtıcı haber şu : ağaçlar kökleri aracılığıyla sadece haberleşmekle kalmıyor, birbirlerine hayatta kalmak için besin
ileterek yardımlaşıyorlar da... Anlayacağınız, o üstüne gamsızca basıp geçtiğimiz toprağın altında resmen bir sosyal yaşam var. Bir çeşit komşuluk ilişkisi, hatta ahlakı var.
Devam ediyorum bakın, kimisi daha iyi dost , kimisi birbirinden hiç haz etmiyor. Nereden mi anlıyoruz, tam altlarında durup yukarı bakın. Bazısı dallarını dümdüz yukarı uzatır, kimseyle arkadaş olmaz. Kibirlidir yani. Bazılarına bakınca dallar çetrefilli bir biçimde tepişiyor duygusuna kapılırsınız. Ama bazısı da vardır ki, uyumla iç içe geçmiştir dalları.
Öyle ki hangi yaprak kimin, hangi meyve kimin dalında emin olamazsınız.
Peki nasıl kendilerini ifade ediyorlar birbirlerine? O hani rüzgarda hışırdayan dalları kastetmiyorum, ne de olsa ağaçların bu sesler üzerinde bir kontrolü yok.
“Koku” ile iletişim kuruyorlar.
Müthiş değil mi?
Farz edelim bir zürafa geldi bir akasya ağacının yapraklarını yiyor. Öyle de bir yiyor ki neslini sürdürmesini engelleyecek şekilde. Hemen korumaya alıyor kendini, hem de hızlıca, birkaç dakika içinde. Yapraklarına zehirli bir madde salgılıyor. Sadece kendini korumakla kalmıyor, diğer ağaçları uyarmak için etilen gazı salgılıyor ki, onlar da yapraklarını toksik hale getirip kendilerini kurtarsınlar. Diyeceksiniz ki, e güzel ama bu nasıl tespit edildi ki?
Çok basit. O zürafalar yapraklarına zehir salgıladığını anladıkları ağaçları bırakıp da yanındaki ağaca dalmıyorlar. Taaa gidiyorlar 100 metre uzaktaki ağaçlara... Çünkü o uyarı düdüğü yerine geçen kokunun uzanabildiği alan yüz metre.
Yani çok uzağa gidemiyor kokular, ama inanılmaz hızlı.
Meşeler kemirgen böceklere karşı böyle korurmuş kendini, söğütler ise bildiğimiz salisilik asit salgılarmış. Hepsinin bir kalkanı var.
Bu istenmeyen hayvanlara yaptıkları. Ama bir de gönül verdikleri var. Arılar mesela. Ya da kuşlar. İşte onlar gelsin istiyor ağaçlar. Davetkar koku mektupları ile çağırıyorlar onları. Dallarda açan çiçekler ise bildiğimiz reklam tabelası. Ödül ne mi? Şekerli, tatlı bir nektar.
Şimdi bu toprağın üstünde olan biten. Geliyoruz altına.
Kökler demiştik ya hani. İşte onların ucunda mantarsı ağlar varmış efendim. Bunlar kimyasal sinyaller gönderip diğer kökleri uyarıyor. Hava nasıl olursa olsun, mevsim ne olursa olsun bu ağlar işlevini mükemmel yerine getirirmiş. Bu mantarları fiber optik kablolara benzetiyor yazarımız. Hani bizim “www” internetimiz gibi. Üstelik orman yaşamı içinde sadece ağaçlar değil, çalı ve çimenler de bir çeşit bu şekilde bilgi alıp veriyor.
İşte tam da burada kültür bitkileri devreye giriyor. Onlar doğal yollarla toprağa atılmış tohumlar değiller. İnsan yapımı desek yeridir. O yüzden işte, bu değerli bağları yok zavallıların. Bir anlamda sağır ve dilsizler. Börtü böcekten kendilerini koruma şansları yok. Ne mi oluyor sonra? Gelsin tarım ilacı, gelsin zehirler... Ne kadar yıkasak tam arındıramıyoruz.
En hayran olduğum detay da şu : ağaçlar zayıf ve güçlü taraflarını aralarında eşitlermiş. Yani güneş ışığı alan her ağaç köklerinde şeker üretiyor. Ve sıkı durun şimdi, şekeri fazla olan şeker veriyor, fakir olan destek alıyor. Ne ile? Yine o fiber kabloya benzettiğimiz mantarlar yoluyla...
Anlayacağınız, toprağın altında dünya yüzeyinde görmediğimiz bir adil düzen ve eşitlik var.!
İki yüz küsur sayfalık kitap elbette bu yazıya sığmayacak kadar detay dolu. Onlara boğmayacağım sizi. İlginizi çekiyorsa okursunuz. Ama bana öyle çok şey düşündürttü ki...
Doğa ne muhteşem bir öğretmen dedim içimden. Tanrı belki de insanları yoldan çıktıkları zaman ıslah edebilsin diye yarattı onu. Bakıp da doğru yolu bulalım diye. Doğada biriktirmek yok mesela. Şu yapraklarım pek güzel oldu, saklayayım da gelecek bahara da kullanayım demiyor ağaç. Çünkü güveni var yaşama. O yaprak sararıp düşecek, dalları kuruyacak, ama bahar yeniden, illa ki gelecek, belki bu defa daha da güzel yapraklar saracak dallarını.
Biriktirmiyor, paylaşıyor.
Oh oh benim dallarım ne güzel yükseldi, dur çekil bakiiim, en çok güneş ışığını ben alayım, en çok şekeri ben üreteyim, stoklarım bir kaç sene götürür beni demiyor. Fazlasını paylaşıyor. Biliyor ki zamanın birinde kendisi gıdasız kalırsa başka bir kök besleyecek onu. Yani aç kalma ihtimali yok. Yardımsız, çaresiz kalma ihtimali yok. Çünkü kendisi de kimseyi yardımsız , çaresiz bırakmıyor.
Bu böcek, bu zürafa benim yapraklarımı yedi, oh canıma değsin, yandakini de yesin de ben kendimi yalnız hissetmeyeyim demiyor. Hoop bir koku, önce kendini, sonra etrafındaki yüzlerce ağacı uyarıveriyor. Doğasında var bu . Aksi mümkün değil.
Neden biliyor musunuz?
Çünkü bir ağaç, yalnızca kendisini çevreleyen orman kadar güçlü olabilir.
Bir şeyleri çağrıştırdı mı bu sizde?
“Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür
Bir orman gibi kardeşcesine”
Nazım Hikmet , ağaçların gizli yaşamını bilmiyordu elbet. Ama insan olmanın vasfından haberdardı.
Ve belki de canlılar cansızlar diye iki ayrılmıyoruzdur bu dünyada... Cansız sandıklarımız bizden daha canlı, daha vefalıdır belki.
Belki sadece açgözlüler- tokgözlüler, cimriler –bonkörler, merhametliler-gaddarlar, vicdanlılar-vicdansızlar; kısacası “iyiler” ve “kötüler”den ibarettir yaşam.
Ve kötülerden şikayet edeceğimize odağımızı iyilikte tutmaktır belki de çözüm.
Ve dallara, dallarda kaç tane yaprak olduğuna, çiçek açıp açamadığına, meyvesinin tadına, kısacası süse püse, dış görünüşe değil de, “öz”e, yani “kök”lerimize baksak kaderimiz değişecek belki de.
Tek başına umutsuz bir ağaçken, kocaman yemyeşil bir orman olmamız için önümüzdeki tek engel belki de gözümüzdeki perdedir.
Kaldıralım mı?
Bige Güven Kızılay