Nisanın üçüncü veya dördüncü günü Paşa’nın ısrarı ile görüşmek üzere ilk defa olarak geceyi dahi Ziraat Okulu’nda geçirdim.
Paşa:
- A be çocuk, hani kahve!..
Dediği zaman saat gece yarısından sonra ikiye gelmişti. O zamana kadar çocuk üç defa kahve getirmişti. Paşa getirilen kahveleri hesaba katmıyor, bir kere verilmiş kahve emir ve talimatını mütemadiyen onaylanmış olmasını istiyordu. Şimdi vaziyeti görüşüyorduk. Ben Kuşçalı’dan çektiğim telgrafa aldığım cevabın Ankara’da gördüklerimle tamamen uyuşmaması şeklinde gizli bir üzüntünün zayıflığı içindeydim. Paşa’nın huzuru azami emniyet ve güvenliğinin gerekliliğini saklamadım. Fakat üst tarafı da insana bir boşluk, bir çöl hissi vermekte o kadar kuvvetliydi.
- Öyle görünür Nadi Bey, dedi, öyle görünür. Zaten bu büyük işin zevki de işte buradadır. Bu çölden bir hayat çıkarmak, bu parçalanmadan, bir oluşum yaratmak lazımdır. Bununla birlikte sen ortadaki boşluğa bakma. Boş görünen o saha doludur, çöl sanılan bu âlemde saklı ve kuvvetli bir hayat vardır. O millettir, o Türk milletidir. Eksik olan şey, örgütlenmedir, işte şimdi onun üzerinde çalışıyoruz.
Ben pratik olmadığını gördüğüm için doğrudan doğruya Yunan cephesine taarruz ettim. Orada düzenli bir ordu vardı ve onun karşısında da bizim düzenli olmayan kuvvetlerimiz. Bence cepheyi tutan oradaki Kuvvayı Milliye değildi, belki (Milen) hattı denilen siyasi kuvvetti.
Paşa’nın gözleri parladı:
- Bunu bana Sivas’ta yazmıştınız, o cephelerden de aynı mealde başvurular gerçekleşti. İsteniliyordu ki, Sivas’ta veya şurada burada oturarak zaman geçireceğime -sanki buralarda boşuna zaman geçiriyormuşum gibi- gideymişim de o cephelerin başına geçeymişim. Basit bir gözlem ve anlayış. Bu görüş açısına hak verdirebilir. Fakat benim oraya gitmekte hiç acelem yoktur ve o cephelerin hayır ve selameti için acelem yoktur. Mustafa Kemal Paşa, Demirci Mehmet Efe olamaz Nadi Bey. Bunu böyle söylemekle oradaki arkadaşların kadir ve kıymetlerine halel getirmek istemem. Bilakis onlar çok iyi adamlardır ve vatan için işte fedakârca mücadele ediyorlar. İlkeleri belirtmişizdir. Milletin bağımsızlığını, vatanın son kaya parçası üzerinde savunacağız veya eğer kaderde varsa öleceğiz. Fakat eminiz ki ölmeyeceğiz ve vatanı kurtaracağız.
- Evet, hepimizin amacı ve azmi bu. Oraya varmak için daha önceden kararların verilmiş ve sorunların çözülmüş olması lazımdır?
- Benim inancıma göre, böyle önemli durumlarda kararları zaman verir ve sorunları da o halletmiş bulunur. Bu itibarla ben zannediyorum ki kararlar kendi kendine verilmiş ve sorunlar da kendi kendine çözülmüştür. Çözülmeyen sorunlar varsa onlar da çözülür.
- Meclis’in ne zaman toplanacağını tahmin ediyorsunuz? Bir de acaba hem kerameti Meclis’ten beklemek niyetinde miyiz? Açık söylemek gerekirse bu kanıda değilim. Zaten sıkıntım da ondandır.
- Bu sıkıntı boşuna ve bu kanı hiç olmazsa dışarıdan görüntüsü ile gerçek görüntüsü arasındaki yanılgıdır. Ben bilakis her kerameti Meclis’ten bekleyenlerdenim Nadi Bey. Bir devre yetiştik ki onda her iş meşru olmalıdır. Millet işlerinde meşruiyyet ancak milli kararlara dayanmakla milletin genel eğilimine tercüman olmakla mümkündür. Milletimiz çok büyüktür. Hiç korkmayalım. O esaret ve aşağılanmayı kabul etmez. Fakat onu bir araya toplamak ve “Ey Millet! Sen esaret ve aşağılanmayı kabul eder misin?” diye sormak lazımdır. Ben milletin vereceği cevabı biliyorum. Ben milletin büyüklüğünü biliyor ve bu soru karşısında onun o soruyu soran çocuklarını canlarını koruyacak kadar seveceğini ve alınlarından öpeceğini biliyorum. Ben biliyorum ki bu millet, kendisine bu soruyu soran çocuklarının hep esasa dayalı önlemlerini ve hazırlıklarını canla başla kabul edecektir. Onun için işte ben şimdi bu yoldayım, onun çok sağlam bir yol olduğuna inanarak...
- Fakat İstanbul’da düşmanlarla birleşmiş bir saray olduğunu bilmek ve hiç olmazsa bu ayrıntılar üzerinde bazı kararlar almış olmak gerekmez mi?
- Onların hepsi biliniyor. Fakat bizim bildiğimiz gerçekler milletçe de tamamen bilinince onun karar alma sürecinde dahi bizim gibi düşüneceği neden kabul edilmiyor? Ben bilakis milletin bu hususta daha salim, daha kesin kararlar vereceği kanısındayım. Özetle bu millet bu kurtuluş mücadelesinde bütün vaziyeti bütün açıklığıyla gördükten sonra durumuna göre en salim, en makul ve en yüksek kararları verecek ve bence muhakkaktır ki, o bu konulardaki kararlarında seni ve beni geçecektir. Ben bu konudan emin olarak işlerimize bakalım derim. Önce Meclis sonra ordu Nadi Bey, orduyu yapacak millet ve ona vekâleten Meclis’tir. Çünkü ordu demek. Yüz binlerce insan, sonra milyonlarca ve milyonlarca para demektir. Buna iki üç kişi karar veremez. Bunu ancak milletin kararı ve onayı meydana çıkarabilir ve bir kere oluşturulduktan sonra milletin hayat ve varlığına aykırı olan zulüm ve baskıların tümünü yok etmeye muktedir olmak yalnız teori olarak değil fiilen de kazanmış oluruz.
Paşa ile bu vadide çeşitli meseleleri mütalaa eden konuşmamız gecenin saat üç buçuğuna kadar sürdü. Odalarımıza çekildiğimiz zaman Ankara’nın boşluğu gözümden silinmiş, bütün vatan gözümde canlı insanlarla dolu bir istihkâm ve görüntüsü ile nazarları eğlendiren bir gülistan olmuştur. İlk defa olarak vicdanen de huzur dolu bir uyku çektim.
‘Üniformayı taşıması güçtür’
Aralov’un anılarında yer alan cephe gözlemlerinden bir kısmı Başkumandan’ın halkla temas ettiği, halkla ilişkileri hakkındadır. Mustafa Kemal gittiği her yerde okulları ziyaret etmekte, büyük ve önemli işlerinden fırsat bularak bu kurumların mütevazı etkinliklerine katılmaktadır.
“(Konya’da) Akşam öğretmen okulunun temsillerinde hazır bulunduk. Programda bir perdelik çocuk piyesi Avcı, Çanakkale’nin İngilizlere karşı savunulmasını canlandıran üç perdelik başka bir piyes, vatan şiirleri ve Yunan zulmünü anlatan Bursa Faciası adlı piyes sahnelendi. Bu son piyeste aşırı şovenlik bulunduğu için Mustafa Kemal bunu beğenmedi. Piyesin sonunda Mustafa Kemal, İtilaf Devletlerine karşı Anadolu’nun savunucusu olarak övüldüğü halde, temsili hazırlayanlara böyle eski bir şeyi hazırladıkları için çıkıştı...”
“(Konya’da) Akşam öğretmen okulunun temsillerinde hazır bulunduk. Programda bir perdelik çocuk piyesi Avcı, Çanakkale’nin İngilizlere karşı savunulmasını canlandıran üç perdelik başka bir piyes, vatan şiirleri ve Yunan zulmünü anlatan Bursa Faciası adlı piyes sahnelendi. Bu son piyeste aşırı şovenlik bulunduğu için Mustafa Kemal bunu beğenmedi. Piyesin sonunda Mustafa Kemal, İtilaf Devletlerine karşı Anadolu’nun savunucusu olarak övüldüğü halde, temsili hazırlayanlara böyle eski bir şeyi hazırladıkları için çıkıştı...”
Hayalperest Enver Paşa’ya tarihi yanıt
Harbiye Nazırı Enver Paşa, Mustafa Kemal’e Hindistan’a sefer yapmasını önerir. Eğer Mustafa Kemal bu seferi kabul ederse emrine üç alay verecektir. Enver Paşa’nın planına göre İran’dan halkı ayaklandıra ayaklandıra Hindistan’a kadar gidecektir. Bu teklife Mustafa Kemal’in verdiği yanıt şöyle olur:
- Ben o kadar kahraman değilim.
Talat Paşa bu görevi niçin kabul etmediğini sorduğu zaman da:
Bir harita getirilmesini isteyen ve harita üzerinde durumu gösteren Mustafa Kemal şöyle devam eder:
Hem niçin üç alay? Tek bir adam gönderin, yeter. Nasıl olsa kendi kuvvetini kendi yapmaya mahkûm değil midir?
- Bu fedailiği üstüne almalıydın, diyen Talat Paşa’ya alaycı bir şekilde şöyle yanıt verir:
- Eğer böyle bir şeye imkân olsaydı, sizin emrinizi beklemezdim. Kendim gider, kuvvetler bulur Hindistan’ı fetheder ve imparator olurdum.
‘Bağırmayın Ekselans!’
Atatürk, Hatay sorununu barışçı yollardan çözmek için Fransa’dan davasının haklılığını onaylayacak dostlar aradı ve ünlü bir devlet adamı olduğu kadar ünlü bir yaşar ve düşünce adamı olan Edouard Herriot’yu Türkiye’ye davet etti.
Bugünkü gibi uçaklar olmadığı için Samplon Ekspres’le gelen Fransız devlet adamını Edirne Garı’nda o zaman Dışişleri Bakanlığı Genel Sekreteri olan Numan Menemencioğlu ile Protokol Genel Müdürü Fuat Abdusselam karşıladılar. İkisi de sağır denecek kadar ağır işitirlerdi ve iri kulaklıkları kulaklarındaydı.
Sirkeci Garı’nda Atatürk adına kendisini karşılayan İstanbul Valisi Muhittin Üstündağ’ın da aynı özelliği vardı ve kulaklık kullanmazdı ama bir eli daima kulağının üstündeydi.
Ankara Garı’nda Ata adına konuğu karşılayan sabık Genel Sekreteri Hikmet Bayur da aynı yapıdaydı. Bağırılmadan duymazdı.
Başbakan İsmet İnönü’nün de bu özelliği dünyaca malumdu.
Herriot, bu muhataplarla bağıra bağıra konuşmaya öylesine alışmıştı ki, Çankaya’da Mustafa Kemal’le karşılaşınca aynı yüksek sesle konuşmaya başladı. Atatürk, bunun nedenini anladı ve güldü:
- Bağırmayın ekselans ben duyuyorum, dedi.
Herriot’un anılarında şöyle bir cümle var:
“Bir duyun adamı ki, çoğunun duymasına ihtiyaç bırakmıyor.”
‘Oh ne âlâ halkçılık!’
Ata’nın en çok kızdığı şey, hiç hoşlanmadığı ve istemediği şey ise bulunduğu yerlerde çevresinde polisiye önlemler alınmasıydı. Milletine çok güvendiği için şu emri verir ve bütün önlemleri kaldırtarak güvenlik görevlilerini hayli güç duruma sokardı.
"Bu millet bana ne kurşun atar ne de attırır!”
Cumhurbaşkanlığı’na ait bazı protokol kuralları onu gerçekten sıkardı. En büyük emeli, bastonunu eline ve yakın arkadaşlarını yanına alarak İstiklal Caddesi’nden, köprü üstünden herhangi bir vatandaş gibi rahatça geçebilmek ve yürümekti. Tramvaya binsin, trende halk arasına otursun, vatandaşlarına özel ziyaretler yapsın... Bunlar Atatürk’ün en çok sevdiği şeylerdi.
Otomobille gezinti yaparken otomobilini bırakıp tramvaya atladığı, trene bindiği, birdenbire Lebon’a girip herkesin ortasına oturduğu, Vefa’ya giderek oranın meşhur bozasını içtiği daima rastlanan olaylardı.
Bir sabah Florya’dan Dolmabahçe Sarayı’na dönüyorduk. Yeşilköy İstasyonu’nun önünden geçerken birdenbire otomobili durdurdu ve başyavere şu emri verdi:
- ‘Sorunuz bakalım tren var mı?’
Tesadüfen hemen hareket etmek üzere olan tren vardı. Hep birlikte otomobilden indik ve trene yetiştik. Karar aniden verilip uygulandığı için kimsenin dikkatini çekmemiştik. Neden sonra kondüktör bilet kontrolüne geldiğinde Atatürk’ün trende olduğunu anladı. Geri çekilmek istedi. Fakat Atatürk bırakmadı. Kondüktöre seslendi:
- Lütfen görevinizi yapın, diyerek bizleri gösterdi ve şöyle devam etti:
- Bu efendilere niçin bilet sormuyorsunuz?
“Paşam biz milletvekiliyiz. Tren bileti almayız. Parasız bineriz” dedik. Hem hayret, hem de bizimle alay etti:
- Bu ayrıcalığı hiç beğenmedim. Çok ayıp ve çok acayip bir kural. Oh ne âlâ halkçılık?
(Kaynak: Kılıç Ali)
‘Atatürk’e pokerde hile yaptık’
Bir gün Samsun’dan Ankara’ya geliyorduk. Atatürk, trendeki arkadaşlara şöyle dedi:
“Haydi poker oynayalım. Fakat bu kez ciddi oynayalım. Siz kazandığınızda vereceğim. Paraları alır, eğlenirsiniz.”
Ben, Salih Bozok ve Nuri Conker, aramızda şunu kararlaştırdık. Salih Bozok, Atatürk’ün arkasına geçecek, onun elindeki kâğıtları Nuri Conker’e işaretle bildirecekti. Tertibatımız tamamlanmış, oyuna oturulmuştu. Atatürk rölanslara veya rest çekmelere başladığı zaman Salih eline bakıyor. Nuri Bey’in görmesi gerekiyorsa gözlerini kapayıp usulcacık kafasını aşağıya indiriyordu. Bu yolla bir hayli kazanmıştık. Tam Ankara’ya yaklaşmıştık. Atatürk sırasını getirdi ve Nuri Bey’e bir rest çekti. Salih, Atatürk’ün eline bakarak hemen gözlerini kapadı ve başını aşağıya doğru salladı.
Nuri Bey de resti gördü.
Bu eli de alırsak kazancımız bir hayli yükselecekti. Fakat Salih, Atatürk’ün elindeki iki rua’yı görmüş, aldığı diğer rua’yı da dame zannetmiş, ona göre işaret vermişti. Meğer Atatürk, üç kâğıt alarak kare yapmamış mı?
Saatlerce emek vererek kazandıklarımız bir anda geri gitmişti. Bunun üzerine Nuri Bey, “Yahu be Salih, tam görmüşsün birader” deyince Atatürk işi anladı, kahkahalarla gülmeye başladı.
‘Gazete kâğıdına sarılı sigara’
Kanunlara göre, Cumhurbaşkanı’na hakaret edenler hakkında dava açabilmek için bu makamdan izin almak gerekiyordu.
Bir köylüyü Atatürk’e küfrettiği için mahkemeye vereceklerdi ve Atatürk’ün iznini istiyorlardı. Atatürk sordu:
- Ne yapmışım ben?
"Gazete kâğıdına sardığı sigarayı yakarken kâğıt tutuşmuş, eli yanmış, ‘Kemal Paşa alsın bunu içsin bakalım’ demiş ve arkasından da size küfretmiş”
Atatürk, bunları söyleyen bakana sordu:
- Sen hiç gazete kâğıdına sarılı sigara içtin mi?
“Hayır” cevabını alınca dedi ki:
- Ben Trablusgarp’ta içtim. Bilirim pek berbat şeydir. Köylü haklıdır. Onu mahkemeye vereceğinize doğru dürüst sigara içmesini temin ediniz beyler.
(Kaynak: Falih Rıfkı)
'Üniformayı giymek kolay...'
Mussoloni’nin, Roma İmparatorluğu’nun Akdeniz kıyılarındaki topraklarından söz ettiği günlerdeydi. İtalyan büyükelçisi, Atatürk tarafından özel olarak kabul edilmesini istemiş, ziyaretinde, ülkesinin Türkiye ile dost geçinmek arzusunu tekrarlarken diplomatik tabir ile “en çok müsaadeye mazhar ülke” statüsünün iki ülke için de yararlı olacağından söz edivermişti.
Atatürk, elçi sözü buraya getirinceye kadar sivil giyiniyordu. Konuğuna “Birkaç dakika bekleyin” dedi. Döndüğünde üzerinde kendisine çok yakışan ve saygı ile birlikte korku da telkin eden mareşal üniformasını giymişti.
Gülerek yerine otururken:
"Sinyor Mussoloni’ye şu son cümlelerinizi ve bundan sonra benzerlerini bu kıyafetimle dinlediğimi de yazınız” dedi.
Ve elçi, tabii amacını anlatamamış olmanın özrüne sığınarak izin istedi.
Atatürk, Mussoloni ve Stalin mareşal üniformasını giydikleri zaman, “Üniformayı giymek kolay, fakat onu taşımak güçtür” demişti.
(Kaynak Kılıç Ali)
‘Milletiniz ölmeye hazır mı?’
Bir gün Mısır’da bağımsızlık davası için çalışan liderlerden biri, Mustafa Kemal’i görmeye gelmişti. Kendisine:
- Bizim hareketin de başına geçmek istemez misiniz, diye sordu.
Olabilecek şey değildi ama insan yoklamalarını pek seven Mustafa Kemal:
- Yarım milyonunuz bu uğurda ölür mü, diye sordu.
Adamcağız yüzüne bakakaldı:
- Fakat Paşa Hazretleri yarım milyonun ölmesine ne lüzum var? Başımızda siz olacaksınız ya... dedi.
Mustafa Kemal’in yanıtı şöyle oldu:
- Benimle olmaz, beyefendi hazretleri benimle olmaz! Ne zaman halkınızın yarım milyonu ölmeye karar verirse o zaman gelip beni ararsınız.