Dinin bir kültür mirası olması, camilerle mekteplerin birbirlerinin tamamlayıcıları olarak görülmesi ve gösterilmesi açısından, Çankaya Köşkün de yaşanan şu olay bir ders niteliğindedir…
1932 yılının Aralık ayı, günlerden perşembe… Ankara’da müthiş bir kış var.
Gazi’nin sofrasında, yakın arkadaşlarının yanı sıra bazı gazeteciler ve üniversite hocaları bulunuyor.
Yemekler yenmiş, ülke sorunları ile ilgili heyecanlı tartışmalar yapılmış, konular enine boyuna konuşulmuş, saatlerin ilerlemesiyle iş sohbete, muhabbete dönüşmüş.
İşte böyle mutluluk dolu bir gecenin sonlarına doğru, Gazi yanında oturan Salih (Bozok) Bey’e dönerek sorar,
– Çocuk, yarın günlerden ne?
– Cuma, Paşa Hazretleri!
– Yarın Hacıbayram Camisi’nde Cuma hutbesini kim okuyacak?
Salih (Bozok) Bey şaşkınlığını saklamaya çalışarak cevap verir,
– Bilemiyorum Paşa Hazretleri.
– Peki. Şimdi birini gönder caminin hocasını buraya davet edelim, misafirimiz olsun.
Saatler gece yarısını geçmiştir.
Dışarıda müthiş bir ayaz vardır.
O sırada Çankaya’dan Ulus’un Karaoğlan semtine yakın bir yerde bulunan Hacıbayram Camisi’ne gitmek büyük bir meseledir, ama emir büyük yerdendir.
Salih Bey hemen sofradan kalkar, bir araba temin edilir.
Hoca köşke getirilir.
Hoca Efendi’yi köşkün kapısında Salih Bey karşılar.
Hocanın üstünde cüppe, başında takke, gözlerinde uyku mahmurluğu vardır.
Salih (Bozok) Bey, kendisine hoş geldin dedikten sonra,
– Hoca Efendi, arzu ederseniz kıyafetinizi değiştirelim. Benim elbiselerim size uyar. Gazi’nin huzuruna böyle çıkmasanız iyi olur, der.
Hoca “Hayır” anlamında başını sallar.
Salih Bey de fazla ısrarcı olmaz.
Beraberce Gazi’nin sofrasının bulunduğu salona girerler.
Mustafa Kemal, Hoca Efendi’yi güleryüzle karşılar, masasına buyur eder ve karşısına oturtur.
Hocayı tanımaz, ama methini daha önceden duymuştur.
Aydın ve zeki bir hoca olduğunu bilmektedir.
Hoca’ya yakınlık gösterir, portakal suyu ikram eder, halini, hatırını, geçimini sorar.
Hoca hayatından memnun olduğunu söyler, sohbet derinleşir.
Masadakiler konuşulanları ilgiyle izlerler.
Nihayet sıra Gazi’nin, Hoca’ya sormak istediği esas soruya gelir.
Hoca hiç de beklemediği bu soru karşısında biraz şaşırır, ama belli etmemeye çalışır.
Şaşıran sadece Hoca değildir.
Sofranın konukları da aynı durumdadır.
Hoca kendini toparlar ve cevap verir.
– Cennetten ve cehennemden bahsedeceğim.
– Güzel… Başka neler anlatacaksınız?
– Günahtan, sevaptan bahsedeceğim.
Hoca Efendi zekidir, ama Gazi de ısrarlıdır.
– Başka, başka neler anlatacaksınız Hoca Efendi?
– Haramdan, helâlden bahsedeceğim.
Gazi, Hoca Efendi’den beklediği ve istediği cevabı alamamıştır.
Sofradakiler de Gazi’nin ısrarını anlayamamışlardır.
Salon bir anda sessizliğe bürünür.
Hiç kimsede çıt yoktur.
Dışarıda yağan kar taneleri sanki sofranın üzerine düşmektedir.
Herkes adeta buz kesilmiştir.
Gazi’yi, yakından tanıyanlar, dışarıda esen fırtınanın çok daha fazlasının masanın etrafında ve Hoca’nın tepesinde eseceğini tahmin ediyorlardır.
Bu fırtınadan kendilerine de pay düşeceğinin endişesi içindedirler, ama yanılırlar.
Gazi sessizliği bozar.
– Hoca Efendi, elbette bunları anlatacaksınız. Halkı hurafe ve safsataya karşı uyaracaksınız.
Bu sizin asli göreviniz. Ama bir başka göreviniz daha var ki, bu sizin ve sizin gibilerin esas görevidir.
Savaştan çıkmış olan bu millete anlatacağınız başka şeyler de var.
Asırlardan beri, kara cehalet içinde bırakılan bu asil halka, gerçekleri ve doğruları anlatmak sizin esas göreviniz olmalıdır. Camiler sadece yatılıp kalkılan yerler değildir.
Camiler yalnız dinin değil, siz aydın hocalar sayesinde, doğruların, gerçeklerin, güzelliklerin konuşulup, tartışılıp öğrenildiği ilim ve irfan ocakları olmalıdır.
Böyle olmasını da sizler sağlayacaksınız.
Binlerce şehidimizin canları pahasına elde ettiğimiz hürriyet ve bağımsızlığımızın, cumhuriyetimizin, el birliği ile elde ettiğimiz devrimlerimizin nimetlerini halkımıza sizler anlatmayacaksınız da kimler anlatacak?
Eski harflerin gidip yeni harflerinin geldiğini, okkanın gidip, kilonun geldiğini, arşının gidip metrenin geldiğini, takkenin, cübbenin gidip medeni kıyafetin geldiğini, mecellenin gidip Medeni Kanun’un geldiğini halka sizler anlatmayacaksınız da kimler anlatacak?
Hoca dahil herkesin başı öne eğilmiştir.
Kimse Mustafa Kemal’in çakmak çakmak yanan gözlerinin içine bakmaya cesaret edemez.
Saatler gibi geçen birkaç saniye sonra, Hoca Efendi yarı üzgün, yarı mahcup hafifçe başını kaldırır:
– Haklısınız Paşa Hazretleri!
Mustafa Kemal’in yüzü tekrar güler.
– Hadi Hoca Efendi, göreyim seni. Cumhuriyetimizin geleceği, devrimlerimizin korunması açısından sizlere büyük görevler düşüyor.
Gazi, Salih Bey’e döner.
– Salih Bey, bu gece Hoca Efendi misafirimiz olacak.
Sen ve Ruşen Bey hocamızı cumhuriyetimizin nimetleri hakkında irşat edeceksiniz (aydınlatacaksınız, bilgilendireceksiniz) Hoca Efendi de yarın bu konularda halkı aydınlatacak.