dakika dakika tekirdağ çorlu haberleri

gazete tekirdağ
ANA SAYFA   |  HAKKIMIZDA   |  GÜNDEM   |   POLİTİKA    |   EKONOMİ    |   SPOR   |     İLETİŞİM  

 Avrupa’da Aşırı Sağ’ın Yükselişi ve ‘Batı Cephesi’nde Zayıflama

İtalya’nın “büyük bir anti-faşist mücadele geleneği” bulunduğunu bilen, İtalya Komünist Partisi’nin oy oranının 70’li yıllarda yüzde 35’e ulaştığına tanık olan bizim nesil için de bu seçim sonucu, büyük bir hayal kırıklığı ve yenilgi anlamına gelmektedir

ERSİN DEDEKOCA

11 Eylül’de İsveç’te yapılan genel seçimlerinde, Neo-Nazi hareketinden doğan bir siyasi parti olan “İsveç Demokratları” ülkede ikinci parti oldu. Mevcut Başbakan Magdalena Andersson’un “merkez sol koalisyonu”, sağ partilerden oluşan bloğa karşı, 349 sandalyelik mecliste 176’ya karşı 173 sandalye ile seçimleri kıl payı kaybetmiş durumdadır.

Ekonomik kriz, salgın ve Ukrayna savaşının yol açtığı “politik iklimden” beslenen parti, 2010’dan bu yana parlamentoda olsa da, ilk kez hükümet ortağı olmak durumunda. Bilindiği gibi İskandinavya’nın diğer ülkeleri Finlandiya, Danimarka ve Norveç’te de “aşırı sağ partiler” parlamentoda yer almakta ve oldukça etkinlerdir.

Diğer yandan İtalya’da geçen hafta sonu yapılan seçimleri de aşırı “sağ ittifak” kazandı. Sağ ittifak Giorgia Meloni’nin İtalya’nın Kardeşleri Partisi (Fratelli d’Italia veya FdI), Matteo Salvini’nin “Lig Partisi” ve eski Başbakan Silvio Berlusconi’nin “Forza İtalya Partisi”nden oluşmaktadır.

Avrupa’da son yıllarda yaşanan siyasi, ekonomik ve sosyal (salgın da bu kapsamda) olaylardan beslenmiş bu olgunun değerlendirilmesini bu hafta konu olarak seçtik.

CEPHELEŞMEDEKİ DAĞILMA

Ukrayna Savaşı ile daha belirgin hale gelen “dünyadaki yeni cepheleşme”, savaşın uzaması nedeniyle dağılma belirtileri göstermeye başlamıştır.

Bunun ilk örneği “Rusya cephesinde” deneyimlenmektedir. Ukrayna’yı tüm askeri gücüyle işgal etmeye kalkan Rusya ordusunun, altı ay içinde aldığı ağır darbe işin bir yüzüdür. O kadar ki, mevcut ordu birlikleri yetmeyince Vladimir Putin “kısmi seferberlik” ilân etmek zorunda kaldı. Ancak muvazzaf askerlerle kazanamadığı “zaferi”, seferberlik emriyle savaşmaya zorlanan yedek askerlerle elde edip edemeyeceği de bir bilinmezdir. Seferberlik kararı çerçevesinde askere gitmemek için Rusya’dan kaçmaya çalışanlar, askere alma bürolarında yaşanan karmaşa görüntüleri, Rus halkının savaşmaya Putin ve ekibi kadar “hevesli” olmadığını ortaya koymaktadır.

Tüm bu gelişmelere, Putin’in “kendi cephesinin doğal ortağı” olarak gördüğü Çin’den istediği desteği bir türlü alamamasını da ekleyince, durumun Moskova açısından pek iç açıcı olmadığı anlaşılmaktadır. Rus Lider Putin’in Ukrayna’yı tümden işgal etmeye kalkışarak yaptığı hesap hatası, bugünlerde dünyanın çeşitli bölgelerindeki “Rus etkisinin aşınmaya başlamasını” da beraberinde getirmiştir.

Örneğin, “Şangay İşbirliği Örgütü (ŞİÖ) toplantısında, Dünyanın nüfus ve ekonomi büyüklüğü yönünden en etkin iki ülkesi olan Çin ve Hindistan liderlerinin, görüştükleri Rus lideri Putin’e açık seçik “artık savaşı durdur” mesajı vermeleri bunun göstergesidir. Bu durum, Moskova’ya yakın duran ülkeleri bile, Ukrayna’da olası bir Rus zaferine inandıramadığını göstermektedir.

Rusya’nın “zayıf düşmesine” ilişkin yaşanan bir başka belirgin örnek Kafkaslar’dadır. Azerbaycan ile Ermenistan arasında Dağlık Karabağ’da başlayan çatışma, Rusya’nın 2020 yılında ağırlığını koymasıyla “ateşkes” ile sonuçlanmıştı. Moskova, Ukrayna savaşı nedeniyle “algısında güç kaybetmeye” başlayınca, bunun doğal bir sonucu olarak, hassas dengede duran bu “ateşkes” de bozuldu ve ABD’nin bu bölgede hareketlenmesi arttı. Oysa 2020 yılındaki Azerbaycan-Ermenistan savaşında, tüm arabuluculuk/ateşkes çabasını Rusya götürürken, ABD’nin adı bile geçmiyordu.

Tüm bu gelişmeler Rusya’nın başını çektiği cephede durumun Moskova açısından pek iç açıcı olmadığını göstermektedir. Bunun yanında, Rus cephesindeki dağılmanın farklı bir versiyonunun, Batı cephesinde de kendini göstermeye başladığı görülmektedir.

AB ülkelerinde yükselen aşırı sağ partilerin tek ortak özelliği, “kadının bireyselliği yerine aileyi” önceleyen söylemleri, LGBT ve kürtaj karşıtı duruşları değildir. Avrupalı aşırı sağ hareketlerin, “Putin Rusya’sına yönelik politikalar” konusunda da değişik görüşleri olduğu bilinmektedir.

Rusya’nın Ukrayna’yı işgaliyle birlikte, savaşın çok yakınında bulunan Avrupalılar, ABD’nin de bastırmasıyla birlikte, “Rusya’ya yaptırımlar uygulanması” konusunda “blok” olmayı başarabilmişlerdi. Macar popülist lider Orban gibi arada çıkan aykırı sesler de, hem Washington hem de AB üzerinde etkin olan Almanya’nın kararlı duruşuyla etkisiz kalmıştı.

Ancak İsveç ve İtalya’daki seçim sonuçları, bu durumu değiştirecek gibi görünmektedir. İtalya’da seçim kazanan Sağ ittifak’ın ortakları Silvio Berlusconi Rus Lider Putin’in Ukrayna’yı işgal etmeye Batı tarafından itildiğini söylerken, diğer ortak Salvini ise, Batı’nın Rusya’ya yönelik yaptırımlarını tartışmaya açmıştır.

İtalya’nın ilk kadın başbakanı olması beklenen, koalisyonun büyük ortağı Fdl lideri Meloni ise, biraz da üzerindeki “faşist” algısını yıkmak için, “Ukrayna konusunda Batı ile beraberiz” söylemine tutundu. Ancak Meloni’nin, hem içinden geldiği siyasi hareket hem de mevcut ortaklarının tutumu nedeniyle, İtalya’yı Rusya’ya karşı oluşturulan Batı cephesinin içinde tutması pek mümkün görünmemektedir.

İSVEÇ ve İTALYA SEÇİMLERİ; AŞIRI SAĞIN UTKUSU

ABD’nin liderliğini yaptığı “Batı cephesinin” temel değerlerinin, “demokrasi” ve “insan hakları” olarak kurgulanmış olduğunu bilinmektedir. Ancak “demokrasi” ile övünen ülkelerde, insan hak ve özgürlüklerine son derece “kısıtlı bakan aşırı sağ partilerin”, demokratik süreci kullanarak birbiri ardına iktidara gelmeye başladığı izlenmektedir.

Girişte de belirtildiği gibi, 11 Eylül’de yapılan genel seçimlerinde, Neo-Nazi hareketinden doğan “aşırı sağcı” bir siyasi parti olan “İsveç Demokratları” yüzde 20,5 oy oranıyla ülkede, yüzde 29,3 oranındaki oyu olan iktidardaki Sosyal Demokratlar”ın ardından “ikinci parti” oldu ve kurulacak hükümette yer alması kesinleşti. Liberal muhafazakâr olarak tanımlanan “Ilımlı Parti” lideri Ulf Kristersson’un hükümeti kurması beklenmektedir.[3]

İsveç’teki sağ blok dört partiden oluşmaktadır: İsveç Demokratları, Ilımlı Parti, Hıristiyan Demokratlar ve Liberaller. Yapılan parlamento seçimlerinde iktidardaki “Sosyal Demokrat Parti” birinci olurken, aşırı sağcı İsveç Demokratları Partisi de, muhafazakâr Ilımlıların önüne geçerek ikinci parti oldu. Seçim sonrası İsveç Parlamentosu’ndaki sandalye sayısı aşağıda gösterilmiştir.

Kaynak: DW, 15.09.2022

Bir zamanlar siyasi partiler tarafından dışlanan İsveç Demokratları Partisi’nin oyların yaklaşık yüzde 20’sini kazanmasıİsveç siyaseti için önemli bir “dönüm noktası” olarak görülmektedir.

1980’lerin sonunda bir neo-Nazi hareketinden doğan parti, imajını düzeltmeye çalışırken yavaş yavaş güçlendi. Parti, seçim kampanyasında, daha uzun hapis cezaları ve göçü kısıtlama yoluyla “İsveç’i yeniden güvenli hale getirme” vaadinde bulundu.

Ancak partinin lideri Jimmie Akersson, dört partinin de tam desteğine sahip olmadığı için başbakan olamayacaktır. Onun yerine Ilımlı Parti lideri Ulf Kristersson’ın hükümeti kurma çalışmalarına başlaması beklenmektedir.

 

 

Ulf Kristersson

 

 

Göçmen, İslâm ve Türkiye düşmanlığı propagandası, İsveç parlamento seçimlerinin ana tartışma konularını oluşturdu.

Ülke yönetiminde beklenen değişiklikler

Aşırı sağ’ın da içinde olacağı yeni “sağ cephe hükümetinin”, “düşük vergiler” gibi politikalar içeren açık bir “sağ siyaseti” izlemesi sürpriz olmayacaktır. Şimdiki Sosyal Demokrat hükümetin de bir takım sağ politikalar izlemiş olması nedeniyle, uygulamada çok büyük değişimler olması beklenmemektedir.

Benzer şekilde önceki hükümet, “2015 mülteci krizinin” ardından göç ve mülteci politikasını sertleştirmişti. İsveç bugün “çok sınırlandırılmış” bir göç politikasına sahiptir. Ama sağ partilerin seçime “yasa ve düzen” vurgusuyla girmesi nedeniyle daha sert cezalar, çete suçlarının ve cinayetlerin engellenmesi amacıyla polise daha fazla bütçe ayrılmasının söz konusu olması kimseyi şaşırtmayacaktır.

Siyasal gözlemciler, artık “İsveç’in sosyal demokrat bir ülke olmadığını”; İsveçliler’inin oldukça büyük bir çoğunluğunun sağ siyasete oy verdiğini; bununla birlikte sağ-sol blokların birbirine eşit durumda olduğunun altını çizmektedirler. (Bunun nedeni, sağ partilerden biri olan Merkez Parti’nin Sosyal Demokratlar ile birlikte hareket etmek istememesi ve bu nedenle sağ bloğu desteklemesidir)

Diğer yandan, kurulacak sağ hükümetin, “İsveç’in NATO üyeliği için çabalama” konusunda çok daha istekli olması beklenmektedir. Yine yeni yönetimin, Türkiye’nin talebi olan “iadeler” konusunda taviz verme olasılığının daha yüksek olacağı (çalışmasına başlanmış olan anayasa değişikliğinin gerçekleşmesi halinde bunun daha kolaylaşacağı) söylenmektedir.

25 Eylül’de yapılan genel seçimlerde, Avrupa’nın üçüncü büyük ekonomisi olan İtalya’da sağ koalisyon parlamentonun iki kanadında da çoğunluğu elde etmiş görünmektedir. Seçim sonuçlarına göre, “sağ’ı temsil eden” Meloni’nin İtalya’nın Kardeşleri Partisi/Fdl, göçmen karşıtı Lig Partisi ve önceki Başbakan Silvio Berlusconi’nin Forza İtalya Partisi sırasıyla, oyların yüzde 26.3, 9 ve 8.3’ünü almışlardır.

Bu durumda, sağ kesimin en ucunda duran, faşizmin kurucu babalarından biri olarak kabul edilen Benito Mussolini’nin “fikrî hareketinin” mirasçısı olarak görülen “Fdl Partisi”, yüzde 44,4 oy oranını temsil eden “sağ koalisyonun” büyük ortağı konumuna gelmiş olmaktadır. Keza bu “sağ utkunun” zamanlamasının da, Rusya –Ukrayna Savaşı’nın yol açtığı “enflâsyonu yönetme” ve Rusya’ya karşı Batı işbirliğinin “test edildiği” bir döneme rast gelmesi, “Meloni dönemini” daha ilginç yapmaktadır.

 

 

Berlusconi ve Meloni

 

 

Faşist İtalya’nın Kardeşleri lideri Giorgia Meloni, Kuzey Afrika’dan gelecek göçmenlere karşı denizden abluka uygulamak, ülkede sert önlemlerle asayişi sağlamak vaatleriyle bu başarılı sonucu elde etti.

Mussolini’nin kara gömleklilerinin meşhur Roma Yürüyüşünün 100 ncü yıl dönümüyle örtüşen “aşırı sağın bu başarısı”, İtalyan faşistleri için sembolik bir önem taşımaktadır.  İtalya’nın “büyük bir anti-faşist mücadele geleneği” bulunduğunu bilen, İtalya Komünist Partisi’nin oy oranının 70’li yıllarda yüzde 35’e ulaştığına tanık olan bizim nesil için de bu seçim sonucu, büyük bir hayal kırıklığı ve yenilgi anlamına gelmektedir.

Aşırı sağ” partilerin ittifaka gitmesi, genel anlamda “sol merkez partilerin” ise bir seçim birlikteliği oluşturamaması/kuramamasının İtalyan seçmende “tepki” yarattığı, bu seçimlerde ilk gözlenen bir gerçektir. Bu gerçeğin yol açtığı olgu da, “seçime katılım” oranının yüzde 9 düşerek, yüzde 63,9’a inmesi oldu ve bu durumdan aşırı sağ ittifak kârlı çıktı. Çünkü İtalya’daki seçim yasasına göre Meclis ve Senato’daki sandalyelerin üçte birinden fazlası “çoğunluk sistemine” göre hesaplanmaktadır. Bu durumda sağ blokta tek bir aday gösterilmişken, solda-merkezde seçim bölgesi başına üç kişi yarıştı ve doğal olarak koltuklar sağ ittifaka kaydı.

Fdl’yi asıl öne çıkaran etken Meloni’nin, Temmuz’da çöken Mario Draghi’nin koalisyonuna ve önceki hükümetlere katılmaması, siyaset sınıfına tepki duyan yurttaşları “temiz kalmış” imajıyla cezbetmesi oldu.

Seçim sonucuyla ilgili diğer bir önemli etki de, “sıkıntıdaki İtalyan ekonomisinin” durumundan gelmiştir. AB çevreleri İtalyan ekonomisinin 200 milyar Dolarlık “yardım paketine” ihtiyaç duyduğunu; “GSYH’nin yüzde 150’sini bulan kamu borçlarının”, özellikle de “faizlerin arttığı” bu konjonktürde ödenmesinin iyice zorlaşacağını; o nedenle Meloni’nin AB Komisyon’un telkinlerine fazla direnemeyeceğini düşünüyorlar. Diğer yandan İtalya’da elektrik fiyatları çok yüksek ve Rusya’dan tedarik edilen doğalgazın ülkenin enerji gereksiniminin yüzde 40’ını oluşturuyor olması da ayrı bir “sıkıntılı” gerçektir.

Pandemi sürecinde sağlık sisteminin işlemediğine tanık olan, hızla yükselen enflâsyon altında ezilen halk, tepkilerini post-faşist Meloni’ye oy vererek sandığa yansıttı. Euro’ya geçildiği 1999 yılından bu yana İtalya’da kişi başına GSMH neredeyse aynı tutardadır. Bu anlamda “Euro bölgesinin en başarısız ekonomisi” özelliğini taşımaktadır. Tarihsel bir paralellik kurmak gerekirse, İtalya’da hiper enflâsyon döneminin ardından Almanya’da Nazi partisine yönelik halk desteğinin artışına benzer bir ruh hali söz konusudur.

İtalya’nın ilk kadın başbakanı olacak olan Giorgia Meloni, 15 yaşında neo-faşist İtalyan Sosyal Hareketi ile politikada yer almış ve gençliğinde Mussolini’yi öven demeçler vermiştir. 90’lı yıllardaki “Temiz Eller” sürecinde mafyayla ilgili soruşturma yürüten iki savcının öldürülmesi sonrası, “devlete sahip çıkma, hırsızlıklar ve yolsuzluklarla mücadele” yaklaşımının siyasi kariyerine yön verdiğini söylemektedir.

Meloni’deki “yükselme hırsı” onu, yolsuzluk ve seks skandallarıyla bilinen dönemin Başbakanı Silvio Berlusconi’nin partisine yönlendirdi. Lise mezunu Meloni, daha 29 yaşında “gençlikten sorumlu İtalya’nın en genç bakanı” unvanını kazandı. 2012 yılında, kendisi gibi göçmen karşıtı arkadaşlarıyla “İtalya’nın Kardeşleri Partisi (Fdl)”ni kurdu ve liderliğe seçildi.

Meloni aslında, sağın “woke kültürü” diye adlandırdığı farklı yaşam tarzlarına, cinsel eğilimlere, dinsel inanç ve inançsızlığa, etnik kimliklere ve toplumsal cinsiyet eşitliğine sıcak yaklaşan “sol ve liberal anlayışa karşıtlık” üzerinden politika yapmaktadır. Buradan hareketle mesajlarını, göçmenler dışında “aile değerleri, din ve vatanseverlik” üzerinden kurmaktadır. Bilindiği gibi, Meloni’nin sahiplendiği bu söylemler ABD’de, İskandinavya’da, şimdi de Güney Avrupa’da meyvesini veren çok bereketli (!) bir demagoji, popülizm sahası

Keza seçim kampanyası boyunca, “Doğal aileye evet; LGBT lobisine hayır; Cinsel kimliklere evet; Toplumsal cinsiyet ideolojisine hayır” söylemini öne çıkardı. Ama iktidara yaklaştıkça kürtaj, boşanma konularındaki keskin fikirlerini törpüleyen, aslında toplumsal cinsiyet eşitliğine inanmayan bir figür ile karşı karşıyayız. Tüm “sağ popülistler” gibi Brüksel elitlerine, teknokratlara atıp tutsa da, AB karşıtı sıradan vatandaşın duygularını okşayan ifadeler kullansa da, artık AB’den ayrılmayı da savunmamakta olduğu gözlemlenmektedir.

Daha önce de söylediğimiz gibi Kuzey Afrika’dan gelecek göçmenlere karşı denizden abluka uygulamak, ülkede sert önlemlerle asayişi sağlamak vaatleriyle prim yaptı. Avrupa’nın egemen çevrelerinde NATO yanlısı ve Atlantikçi olması, Ukrayna işgalinde net Rusya karşıtı bir tutum takınması, bütçe disiplinini savunması nedeniyle fazla tepki çekmemektedir. Sadece AB Komisyonu Başkanı Ursula von der Leyen’den İtalya’nın demokratik ilkelerden uzaklaşmaması yolunda üstü örtülü mesajlar geldi. Bu uyarı İtalya’da, “ülkenin iç işlerine karışmak” olarak yorumlandı; özelde Meloni’nin, genelde sağ ittifakın çıkarına oldu.

Fdl’nin sağ ittifak içindeki ortakları Lig Partisi ve Forza Italia bile, Meloni’nin “denizden abluka” önerisine mesafeli duruyorlar. Mussolini’den izler taşıyan Meloni’nin bu zaferi, Akdeniz havzasındaki diğer ülkeleri de tetiklemesi güçlü bir olasılık olarak durmaktadır.

Brookings’den Carlo Bastasin’in de belirttiği gibi Meloni’nin işbaşına gelmesiyle İtalya, Polonya ve Macaristan modeline dönüşebilir.[12] FdI, Polonya’daki Hukuk ve Adalet (PiS) ve Macaristan’daki Fidesz gibi “otoriter, baskıcı bir hatta” kayabilir. Orban ve Meloni’nin yakınlığı da bu argümanı desteklemektedir. Meloni dış politika konularında Macaristan ve Polonya’yla hareket ederek, Almanya-Fransa ittifakına karşı durabilir. Bu durumun da milliyetçi bir anlatıyı güçlendireceği açıktır.

SONUÇ YERİNE

İzlendiği kadarıyla “aşırı sağ popülizm”, geleneksel partilere, teknokratik hükümetlere karşı ulusal ölçekte destek kazanmayı sürdürmektedir. Kuramsal destekten yoksun “neoliberal kapitalist sistemin” yol açtığı “yapısal krizinin” neden olduğu dipten gelen dalga, sağ ve aşırı sağ unsurları siyaset sahnesinin önüne sürerken, Ergin Yıldızoğlu Hocamızın da sıklıkla vurguladığı gibi “Faşizm sürecinin taşlarının döşenmesi” de tüm hızıyla sürmektedir. Yazımızın girişindeki “Cepheleşmede Dağılma” başlığında aktardığımız gelişmelerin de, “taş döşeme” işini hızlandırdığını düşünmekteyiz.

Aslında bu kapsamda yaşanan bir diğer örnek gelişme de Şili’de gerçekleşti. Ayrı bir yazı konusu yapmak istediğimiz bu konu, Şili’de “kapsamlı anayasa değişikliği” için yapılan referandumda, önerinin yüzde 62 gibi yüksek bir oy oranı ile reddedilmesiydi. Bu gelişme, sağcı güçlerin “ilerici” olarak anılan bu anayasaya karşı zaferi olarak yorumlandı. Çünkü iki yıl önce anayasa değişikliği talebi doğrultusunda yapılan referanduma, neredeyse yüzde 80 evet oyu veren de aynı Şili halkıydı. Sonuçta bunun yerine yapılan “çok yüzeysel” anayasa değişiklikleriyle, ekonomik adaletsizliğe ve ayrıcalıklı kesimlerin dizginlenmeyen neoliberal politikalarına karşı ülkeyi zapt etmiş “milyonlar yeniden pasifleştirilmiş” oldu.

“Cepheleşmede Dağılma” başlığına son olarak iki başlık daha eklemek istiyoruz. Ukrayna’nın Kharkiv bölgesindeki ilerlemesi, savaşın gidişatı üzerinde kalıcı sonuçlar doğurabilir. Batı’dan sağlanan silahların yardımıyla Kupyansk’ın ve İzyum’un geri alınmasıyla “moral üstünlük” şimdilik Kiev’e geçmiş olarak durmaktadır. Rusya, açıklandığı üzere Donetsk bölgesinin geri kalanını almak için Donbass’a odaklansa da, her geri çekiliş Moskova’nın hanesine negatif bir not olarak yazılmaktadır. Bu durumda Rusya’nın işgâli, belki bundan sonra Karadeniz kıyısı boyunca daha güneye ilerleyemeyecektir.

Diğer yandan, Ukrayna savaşı nedeniyle “enerji krizi” tüm dünyada can yakıcı boyutlara gelmiş durumdadır. Bu bağlamda “enerji şirketlerinin kamulaştırılması” talebi pek çok yerde dillendirilmeye başlanmıştır. Örneğin Alman Sol Parti’nin Brandenburg eyaletinin Rathenow kentindeki buluşmasında, enerji şirketlerinin kamulaştırılması açık bir şekilde talep edildi.

Kısacası Batı, batmakta olan neoliberalizmi ikâme edecek yeni bir model üretemediği gibi, mevcut sistemi sürdürebilmek amacıyla oluşturduğu cepheleri de koruyamamaktadır. Diğer yandan da, Şili örneğinde görüldüğü gibi “düzenin değişimine” de razı olmamaktadır.

Yapılan Yorumlar
BACAKLARINIZI GÜÇLÜ TUTUN