Son dönemde her konuda yapılan “yerli/millî” sıfatlaması, özellikle son zamanlarda hızlı bir şekilde artan tarım/hayvancılık konusundaki dışalım ve Cumhuriyet’ten Emre Deveci’nin 11 Ocak tarihinde yayınlanan haberi, bu haftaki konumuzu belirlemede öncü oldu.
EKONOMİNİN YERLİ ve MİLLÎ OLMA DURUMU
Türkiye Bankalar Birliği verilerine göre, Türkiye bankacılık sisteminin yüzde 47’si yabancı yatırımcıların sahipliliğindedir. Borsa İstanbul’da işlem gören hisse senetlerinin yüzde 65’i, Türk sigorta sektöründe faaliyet gösteren şirketlerin neredeyse tamamı yabancıların elindedir.
Ülkenin iç tasarruf yetersizliğinin ve yanlış yatırım / harcama politikalarının yol açtığı “yabancı kaynak bağımlılığı” nedeniyle 2018’deki “dış finansman kaynağı” gereksinimi (yıllık dış borç servisi), yaklaşık 210 milyar Amerikan Doları ($) olarak hesaplanmaktadır. 2002’de 129 milyar $ olan “dış borç stoku”, yüzde 239 artışla Eylül 2017 itibariyle 438 milyara yükselmiş durumdadır.
2017 yılında Türkiye’nin toplam ithalâtı, bir önceki yıla göre yüzde 17.9 artarak, 234 milyar $’a ulaşmıştır. Öte yandan da, “ihracatın ithalâtı karşılama oranı” da, yıllar itibariyle giderek düşmektedir.
TCMB’ca yayınlanan “uluslararası yatırım pozisyonu istatistiklerine” göre, 2017 Eylül’ü itibariyle Türkiye’nin “dış yükümlülükleri” 660 milyar $’a ulaştı. 2002 yılında 147 milyar $ olan bu rakam, ülkedeki “servet mülkiyetinin” giderek “yabancılaştığını” ortaya koymaktadır. Yabancıların doğrudan yatırım, hisse senedi, tahvil alımı, mevduat, özele ve kamuya verilen krediler aracılığıyla sahip olduğu serveti yansıtan Türkiye’nin dış yükümlülüklerinin milli gelire oranı da ciddi şekilde yükselmiştir. Şöyle ki, 2017 yılında Türkiye ulusal gelirinin $ cinsinden yaklaşık 800 milyar olması beklendiği göz önüne alındığında, 2002’de yüzde 62 olan “ülkenin dış yükümlülüklerinin milli gelire oranının” da yaklaşık yüzde 83’e ulaştığı anlaşılmaktadır. Türkiye’nin “dış varlıkları” aynı dönemde 226 milyar $ olurken, “net uluslararası yatırım pozisyonu açığı-UYPA (ülkenin dış varlıkları-ülkenin dış yükümlülükleri)” 440 milyar $’a ulaşmış durumdadır. Yüzde 55’e ulaşan UYPA/GSMH oranı, literatüre ve IMF kriterlerine göre oldukça “yüksektir”.
Yukarıda kısaca özetlemeye çalıştığımız olgular, Türkiye ekonomisinin ayakta kalmak için giderek daha fazla yabancı kaynağa bağımlı hale gelirken, dış borç, cari açık, yıllık dış finansman ihtiyacı gibi sayıların da giderek şiştiğini göstermektedir. Bu gelişme ile birlikte, servet mülkiyetindeki “yabancılaşma oranı” da giderek artmaktadır. Doğaldır ki bu sonuç ve gelişmeler, ülke ekonomisinin yeterince “yerli ve millî” olmadığını; ekonomik mülkiyetteki “yabancılaşmanın” da giderek arttığını göstermektedir.
Keza, yüksek teknoloji /enerji gibi önemli başlıklarda dışa bağımlılığımız ise, ayrıca irdelenmeyecek kadar açıktır. Kara ve demir yolu, viyadük, metro, köprü gibi, çok öğündüğümüz alt yapı yatırımlarında da durum aynıdır.
TARIM ve HAYVANCILIK
Yerli ve millî olma bağlamında son günlerde yazılı basında yer alan:
“126 ülkeden, 133 ayrı kalemdeki gıda ithalatı”; “Çin’den, Arjantin’den kuru fasulye, Mısır’dan pirinç dışalımı yapıldığı”; “Avustralya’dan havuç, Hollanda’dan patates, kuru soğan alındığı”; “tarım ülkesi olmakla övünen Türkiye’de tarımın -tıpkı hayvancılık gibi- can çekiştiği” haberleri, bu konunun ayrı bir başlıkta incelenmesini gerektirdi.
Çiftçi-Sen’in aktardığı bilgilere göre, Türkiye’de 2002’de 9.300 bin hektar olan “buğday ekim alanları”, 2016’da 7.780 bin hektara geriledi. Yani, 1,5 milyon hektar arazide artık buğday ekilmiyor ve ülke buğday ithal etmek zorunda kaldı.
Keza, 2002-2016 arası izlenen yanlış fiyat politikaları nedeniyle 1 milyon hektar arazide artık “arpa” ekimi yapılmıyor ve yem ithal ediliyor. Son on beş yılda üretim, baklagiller, nohut ve kırmızı mercimekte üçte bir; yeşil mercimekte üçte iki oranında azaldı veTürkiye artık baklagiller, nohut ve kırmızı mercimeği de ithal eder hale geldi.
2002’de 7 milyon 210 bin dekar alanda “pamuk” üretebiliyorken, 2016’ya geldiğimizde bu alan 4 milyon 800 bin dekara düştü. 2002’de dekarda 113 kg “fındık” alınırken, 2016’da fındık verimliliğinde dekarda 66 kg’a kadar geriledi. 2005’te 113 milyon “zeytin ağacı” varken bu sayı 2016’da 171 milyon ağaca yükseldi, ancak zeytincilik adım adım küçültülmeye çalışılıyor. Bu bağlamda Tunus’tan zeytinyağı dışalımı yapılmasından bahsedilmektedir. “Tütün” sektöründe 2002 yılında 405 bin olan üretici sayısı bugün 56 bine düşmüş durumdadır. Susuz tarımın en önemli örneği olan 159 bin tondan 62 bin tona gerileyen tütün üretimi ve tütüncülük bitme noktasına getirildi.
Diğer yandan ülkedeki tarım ürünleri fiyatlarındaki artışının arkasında, tarımda kullanılan ana girdilerin, yani mazot, gübre, tohum, ilaç, elektrik fiyatlarındaki yükseliş bulunmaktadır. Tarımda üretici ana girdilerden mazot, gübre, ilaç ve elektriğe giderek daha fazla ödeme yapınca, tarım ürünleri fiyatları da artmakta ve iç piyasa kadar, ihracatta da sıkıntı yaratmaktadır. Tarım girdileri konudaki dışalım bağımlılığı sürdüğü sürece, girdi maliyetlerinde, döviz fiyatına bağlı artış da sürecektir.
2 Aralık 2017’de Resmi Gazete’de yayımlanan “İthalat Rejimine Ek Karar” ile kuru fasulye, barbunya, börülce ve nohut ürünlerinde gümrük vergisi sıfıra indirilerek, bu ürünlerin ithalâtı kolaylaştırıldı. Alınan bu kararı, tarımda ithalâta bağımlılığın derinleşerek devam edeceğinin bir işareti olarak değerlendirilmekteyiz.
Ülkemizdeki “hayvancılığa” baktığımızda, 2010 yılına kadar Türkiye hayvancılığı kendine yeterli düzeyde olduğu için “et dışalımının” yok denecek kadar az olduğunu görmekteyiz. Ancak 2010 yılında et ithalatı 22 milyon $’dan 518 milyon $’a fırlamış; 2011’de ise, 2010 rakamı ikiye katlanarak, 1 milyar 250 milyon $’lık ithalât yapılmıştır. Yani sadece iki yılda yüzde 5000’den (50 kat) fazla bir artış söz konusu olmuştur. 2012’de 785 milyon $ tutarında dışalım gerçekleştikten sonraki üç yılda nisbî olarak bir düşüş yaşanmıştır. Ancak 2016 yılında et ve canlı hayvan ithalâtı tekrar 477 milyon $’a yükselmiş; 2017 yılının ilk sekiz ayında ise, 2016 rakamları geçilerek 568 milyon dolara ulaşılmıştır.
SONUÇ YERİNE
Yazımızın ilk bölümünde resimlendiği gibi, kaynak, mülkiyet ve teknoloji yönünden çok derin bir şekilde uluslararası finans-kapitale bağımlı hale getirilmiş olan ülke, giderek bir sarmalın içinde “dibe doğru” bir yolculuk yapmaktadır.
Diğer yandan, küresel sermayenin, uluslararası tekellerin, IMF’nin ve neo-liberalizmin arzu ettiği yönde izlenen politikalarla Türkiye, tarım ve hayvancılıkta da “ithalâta bağımlı” bir ülkeye dönüşmüş, köylü ve çiftçi açlığa ve yoksulluğa mahkûm edilmiştir.
İsterseniz dış politika uygulamalarına hiç girmeyelim!
Ülkede bu yaşananlar/olgularda imzası bunan ve 15 yıldır bu ülkeyi yönetenlerin tüm bu uygulamalara ve varılan sonuçları “yerli ve millî” olarak niteleyip, bu uygulamalara katılmayanları da “yabancı ve gayri millî” olarak isimlendirmeleri “haksızlık” olarak durmuyor mu?