Tarihçe
Türkler 10. yüzyıldan itibaren İslam dini ile birlikte (eskiden İslam kültürünün vazgeçilmez ögesi sayılan) Arap alfabesini de Türkçe ses sistemine uyarlıyarak benimsemişlerdi. Bunu izleyen 900 yıl boyunca Türkçe’nin gerek Batı (Osmanlı) gerek Doğu lehçeleri, Arap alfabesinin Türkçe’ye uyarlanmış bir biçimi ile yazıldı.
1924′de Türkiye’de Okuma-Yazma oranı % 2,5 idi ve bütün çabalara rağmen, 1927 yılında, % 10 lara uluştırılabilmişti.
Yazı Devriminin Gerekçeleri
Osmanlıca yazısının düzeltilmesini isteyenlerin başlıca gerekçesi, bu yazının Türkçe’nin ünlü seslerini ifade etmekte yetersiz kalmasıydı. Bu sorundan doğan imla kargaşası, yazılı basının ve resmi okul kitaplarının yaygınlaşması ile daha çok hissedildi. 1870′lerden itibaren Türkçe’nin standart bir sözlüğünü oluşturma çalışmaları da imla konusunu gündeme getirdi.
Latin Harflerini Benimseme Gerekçeleri
1. Batı kültürüne duyulan hayranlık veya Avrupa’nın üstünlüğüne olan inanç, Latin alfabesinin kazandığı prestijin temeliydi. 1850-60′lardan itibaren Türk aydın sınıfının tümü Fransızca biliyor ve bazen kendi aralarındaki yazışmalarda Fransızca kullanacak kadar bu dili benimsiyordu. Telgrafın yaygınlaşmasıyla birlikte, Türkçenin Latin alfabesiyle ve Fransız imlasına göre yazılan bir biçimi de günlük yaşamın bir parçası haline geldi. Beyoğlu, Selanik, İzmir gibi kozmopolit çevrelerde dükkân tabelaları ve ticari reklamlarda çoğu zaman bu yazı kullanılıyordu.
2. İkinci Meşrutiyet döneminde, Türk ulusal kimliğini İslamiyetten bağımsız olarak tanımlama çabaları, özellikle İttihat ve Terakki’ye yakın aydınlar arasında ağırlık kazandı. Arap yazısı İslam kültürünün ayrılmaz bir parçası sayıldığı için, bu yazının terkedilmesi aynı zamanda Türk ulusal kimliğinin laikleşmesi ve kendi özbenliğini ortaya çıkarması anlamına gelecekti.
3. 19. yüzyılın son çeyreğinde İstanbul ve Anadolu’da Rum ve Ermeni harfleriyle basılan gazete ve kitaplar önemli bir sayı tutmaya başlamıştı. Bu yayınların kazandığı popülerlik, Türkçe’nin Arap yazısından başka yazıyla da yazılabileceği düşüncesinin benimsenmesine yardımcı oldu. 1908-1911′de Latin temelli Arnavut Alfabesi’nin kabulü ve 1922′de Azerbaycan’ın Latin alfabesini kabulü Türkiye’de büyük yankı uyandırdı.
Atatürk ve Dil Devrimi
Atatürk’ün en yakın arkadaşlarından olan Kazım Karabekir, dil devrimine şüphe ile bakıyordu. Hatta 1923 yılında İzmir Milli İktisat Kongresinde alfabe ile ilgili bir bildiri geldiğinde okumaya bile gerek duymamıştır.
1926 yılında I. Türkoloji Kongresi toplanmıştır. Bu kongre, tüm Türk ülkelerini ilgilendiren bir kongredir ve bu kongrede alınan karara göre Arap alfabesi Türklerin dil yapısına uymamaktadır. Bu bakımdan da tüm Türk devletlerinin ortak bir alfabede birleşmesine karar kılınmıştır; bu alfabe de Latin alfabesidir. Bu karar ise Türkiye’de yeniden bir “Dil devrimi” tartışması yaratmıştır.
Ulu Önder Gazi Mustafa Kemal Atatürk, 9 Ağustos 1928 tarihinde Cumhuriyet Halk Fırkası’nın Sarayburnu Parkı’ndaki eğlencesinde Latin alfabesine geçileceğini duyurmuştur. Başöğretmen sıfatı ile memleketi köy köy, il il gezip halka yeni alfabeyi anlatmış ve tanıtmıştır. Sonunda 1 Kasım 1928 yılında Latin alfabesi kabul edilmiştir.
Latin alfabesinin kabulü ile tam anlamıyla bir okuma – yazma seferberliği, eğitim seferberliği başlamıştır. Okuma – yazma oranlarındaki artış, diğer ülkeler tarafından “mucize” olarak nitelendirilmiştir.
Bir harf ihtiyacının hissedilmesi 1850’li yılların başında gerçekleşmiştir. Bu yıllarda Osmanlı aydın çevresinde edebiyat, sanat ve kültür alanında bir farkındalık vardır. Bu farkındalık 1862 yılında Osmanlı’da basın hayatının başlaması ile gündeme taşınmıştır; çünkü bu yıllarda gazete ve dergiler ortaya çıkmıştır. Gazetelerin ortaya çıkmasındaki amaç, halkı olup bitenden haberdar etmek olduğuna göre bu gazetelerin de bir dili olması gerekiyordu. Peki, toplumunun %80’den daha fazlasının okuma – yazma bilmediği Osmanlı, nasıl gazete çıkaracaktı? Okuma – yazma bilen kişilerin arasında okuma derecesi bu kadar farklı iken nasıl bir birlik sağlanacaktır? Gerçek anlamda basın, amacına ulaşabilecek miydi? Bu sorunları dile getiren kişi, yeniliklerin öncüsü olarak bilinen İbrahim Şinasi’dir. O, halkın anlayabileceği bir dilde yazmayı öne süren ilk kişidir. O, bir öncü olarak süslü ve ağır yazı yazma geleneğini yıkmıştır.
Bu gün bazı çevrelerde, hala Türkçe ve yeni harflere kaşı çıkma eğiliminde kişiler bulunduğu görülmektedir.
Bunların çabaları boşunadır. Yeryüzündeki tüm TÜRKLER ortak dili ve alfabe kullanmaya devam edeceklerdir.