Bir tarafta Türk Lirası’nın Amerikan Doları ve Euro karşında “göreceli değerlenmesi” sürerken; diğer yandan, konkordato fırtınasının sürmesi, firma iflaslarının artması, işsizliğin artmayı sürdürmesi, enflâsyonun, alınan tüm “yapay” önlemlere karşın doludizgin artmaya devam etmesi olgularının birlikte yaşanması bazı kesimlerin kafasını karıştırmış durumdadır.Gerçekten de USD/TRY endeksinin seyrine baktığımızda, söz konusu endeks 4 Ekim’den bu yana sürekli düşmektedir. 5 Kasımdan bugüne ise, dalga boyu düşük ufak bir düzeltme yaşanmaktadır.
Öte yandan, gösterge faizlerine baktığımda, anılan faizin de yüzde 27 seviyelerinden 21,5 sayısına gerilediğini gözlemekteyiz.
Diğer yandan, yukarıda saydığımız “olumsuz olguların” bir sonucu olarak “durgunluk” ve refah düşüşü kesintisiz sürmekte; Ankara yönetimince alınan “palyatif” bazı önlemlerin ve “algı güdümlemesinin” de etkili olmadığı gözlenmektedir. Keza, batık firmaların oluşturduğu batık kredi sorununun ”bankacılık sistemi” tarafından nasıl çözüleceği, daha da önemlisi, bu yükün bankacılık sistemi ile sanayi sektörü arasında nasıl bölüştürüleceği sorunları henüz çözülmemiş durumdadır.Bu gelişmeleri, “en kötüsü geride kaldı”, “zorluklar aşıldı” söylemleri ile değerlendirenlerin yanında; ülke ekonomisinin “parasal göstergelerle” değerlendirilemeyeceği, ekonominin hızla küçüldüğü ve dibe doğru gidildiğini vurgulayan iç ve dış değerlendirmeler hız kesmemiştir.
Bu haftaki yazımızda, işin gerçeğini ve gelişmeleri irdelemeye çalışacağız.
TCMB’NIN SON ENFLÂSYON RAPORU
TCMB, 31 Ekim 2018’de bu yılın dördüncü Enflâsyon Raporu’nu yayımladı. Anılan Rapor dört mesaj vermektedir. Bunları;
1. Ekonomik daralma hızlanabilir.
2. Enflasyon artmaya devam edebilir.
3. Ücret artışları, enflasyonun altında kalmalı.
4. Büyüme hızı ile kısa vadeli sermaye (sıcak para) girişleri temposunun birbiri ile yakından ilişkilidir.
Söz konusu dört mesajın anlamını şu şekilde açabiliriz: TCMB, krizin “stagflasyon/durgunluk içinde enflâsyon” biçiminde derinleştiğini, kısa vadeli sermaye girişlerinin yavaşladığını teyit ederken, reel ücretlerin düşürülmesi gerektiğini vurgulayarak, “krizin maliyetinin” açık bir şekilde “çalışanların sırtına yüklenmesi gerektiğini savunmakta ve 2008-2018 yılları arasındaki ekonomik büyümenin, o dönemde ülkeye giriş yapan kısa vadeli sermaye girişleri temelli olduğunu açıklamaktadır. Son saptama ise, Türkiye ekonomisinin sermaye hareketlerine bağımlılığını çok net biçimde açıklamaktadır.
Bu tespitlerden hareketle, önümüzdeki aylarda yapılacak ücret artışı ile ilgili pazarlıklar ve bu pazarlıklarda sendikaların konumu, “krizin maliyetinin çalışanlara yıkılıp yıkılmaması” yönünden çok önem taşıdığını söyleyebiliriz.
EKONOMİDE KÜÇÜLME/DARALMA
Geçtiğimiz hafta açıklanan “güven endeksleri” ve “dış ticaret istatistikleri”, Eylül Ayı’ndan itibaren “sert bir ekonomik daralmanın başladığına” işaret etmektedir. Dış ticarette dış alımın iyice gerilemesi olgusunun, iç tüketimin ve ihracatın “ithalâta aşırı bağımlı” olduğu bir ekonomide, ancak ekonomik daralma yaşandığında ortaya çıkabileceği yadsınamayacak bir gerçektir.
Aralık ve sonrası aylarda açıklanacak ekonomik büyüme verilerinde, yukardaki öngörümüzün doğrulandığına, maalesef tanık olacağız.
TÜRK LİRASINDAKİ DEĞERLENME
2001 krizi sonrasında, yapılan yeni bir stand-by anlaşması ile hayata geçirilen IMF programı (Güçlü Türkiye’ye Geçiş Programı), 2002 genel seçimleriyle iktidara gele AKP yönetimince de, 2008 yılına kadar sıkı bir şekilde uygulandı. Keza 2008 sonrasında da, ana yön olarak benimsendi.
Bilindiği gibi söz konusu 2001 yılı programı, ülkenin üretim yapısını değiştirecek herhangi bir yapısal reform içermiyordu. Programın ana hedefi, mevcut üretim yapısını veri alarak, enflâsyonu düşürmekti. İthalata bağımlı bir üretim yapısında enflasyonu düşürmek, zorunlu olarak TL’nin değerli olmasına dayanmaktadır. Bu ülke anılan programın bu zayıf tarafının sonuçlarını, “sorgulamayı” biat kültürüne aykırı bulan siyasiler eliyle, finans kapitalin isteği doğrultusunda, değerli TL eliyle, Türkiye ekonomisinin altını oydu.
Siyasilerce uygulanan bu programın ülke ekonomisine ilk ve başat etkisi, “sanayisizleşme” sürecinin Türkiye’deki etkisinii erkene almak ve hızlandırmak olmuştur. Böylesi bir sanayi yapısının doğal sonucu da, “dış ticaret açığının” ve “cari açığın” yapısal bir şekilde artması ödülünün gerçekleşmesidir! Sanayisizleşme ve cari açık artışına (finansmanı için dış borç artışı) ilaveten, firmaların “döviz cinsinden borçlanmanın” tercih edilebilir bir yol olmasını sağlayarak, “dolarizasyon” olarak isimlendirdiğimiz olgu giderek kök salmıştır. Böylece ülke, kalan sanayisi dışa bağımlı ve 470 milyar $ dış borcu olan; bu yapısıyla “kısa vadeli sermaye akışındaki yön değişikliğini” göğüslemek zorunda kalmıştır. Bu olgu da, ülkenin mevcut “kırılganlığını daha da arttırıp”, yapışkan nitelik kazanmasına yol açmıştır.
KRİZ’DE EN KÖTÜSÜ GERİDE Mİ KALDI?
Baştaki soruya dönersek, güncel verilere dayanarak krizin sona erdiğini ileri sürmek olası değildir. Önümüzde, konkordato fırtınasının sürdüğü, firma iflaslarının arttığı ve bunun işsizliğe artış olarak yansıması aşaması var. Batık firmaların oluşturduğu batık kredi sorununun bankacılık sistemi
tarafından nasıl çözüleceği, daha da önemlisi, bu yükün bankacılık sistemi ile sanayi sektörü arasında nasıl bölüştürüleceği sorunları henüz çözülebilmiş değil.
Ekonomi yönetiminin TL’nin değeri ile ilgili karşılaştığı ikilem, aynı zamanda, Türkiye ekonomisinin küresel sermaye süreçlerine eklemlenme biçiminin yarattığı “bağımlı finansallaşmanın” sınırlarını da işaret etmektedir.
“Yapısal reformlar” gerçekleşmeden ve bu yolla yukarıda belirtilen “kırılgan yapı giderilmeden” ülke ekonomisinin, “yurttaşlarının mevcut refahını sürdürmesi” mümkün gözükmemektedir. Bırakın “mış gibi” ekonomi politik kararlarını; örtülü açıklamaları. Sadece ve sadece, bu ülkenin halk yığınlarının desteği ülke ekonomisini bu kuyudan çıkarabilir. Doğaldır ki bu yığınlar, “çoğulculuk” değil, “katılımcılık” arayacaklardır..