8 milyara yakın insanın yaşadığı Dünyamız son yıllarda, birbiri ardına krizleri yaşadı ve yaşamaya devam etmektedir. 7 milyon insanın yaşamını yitirdiği Covid-19 ve türevleri salgını, Rusya’nın Ukrayna’yı işgali, çok yüksek sayılara ulaşan “kamu yardım ve teşvikleri” dalgası, korumacı politikalar, Çin’in izlediği yol, gübre ve enerji arzındaki kesintiler, “küresel enflâsyonun” dönüşü, gıda güvenliği sorunu, çip krizleri… Listeyi uzatmak mümkün.
Diğer yanda, uluslararası ilişkiler alanı giderek militarize olurken, “savunma sanayii yatırımları” da stratejik konumlanmanın ana odağı haline gelmiş durumdadır. Keza, ticaret ve yatırım faaliyetlerinde de konjonktür, “güvenlik” ekseninde yol almaktadır.
GLOBAL DÜZENDEKİ DEĞİŞİMLERİN ANA HATLARI
Yukarıda bahsettiğimiz ana gelişmeler bağlamında, II. Dünya Savaşı sonrasında silahsızlandırılan Almanya ve Japonya’nın, ilk kez Ulusal Güvenlik Stratejisi belgesi hazırladıklarını ve savunma harcamalarını da yüzde 2’yi geçecek şekilde plânlamaya başladıklarını görmekteyiz.
Tüm bunlar yaşanırken, gelişmekte olan ülkelerin çoğunun Rusya’ya uygulanan ekonomik yaptırımlara dâhil olmayı tercih etmediği veya Çin’i rahatsız edecek bir dış politika benimsemediği de gözlenmektedir.
Bu gelişmelerle eş zamanlı olarak uluslararası kuruluşların “işlevsizliğinin”, kurallara dayalı ticari faaliyetleri yıprattığı; çok kutupluluk ve karmaşıklık iklimi “yeni norm” haline gelirken, “tarihsel revizyonizm” modelinin, birçok ülkenin dış politika ideolojisine eklemlendiği izlenmektedir.
Öte yandan, yaklaşık 100 trilyon Amerikan Doları ($) büyüklüğe ulaşan küresel ekonomi de, mevcut refahın temelini oluşturan hidrokarbondan mümkün olduğunca uzaklaşmaya çalışmaktadır. Bu süreçte temiz enerjinin hammaddeleri kobalt, lityum, bakır ve nadir elementler daha değerli hale gelirken, hidrojen ve amonyak gibi yakıtların, özellikle demir-çelik gibi enerji yoğun sektörlerdeki kullanımının artması, ”karbonsuzlaşma” sürecinin anahtar çözümleri olarak gösterilmektedir. Bu arada enerji – jeopolitika ilişkisi, “farklılaşma” ve “derinleşmeyi” birlikte yaşamaktadır.
Council on Foreign Relations CFR) tarafından gerçekleştirilen “2023’te İzlenmesi Gereken Çatışmaları Önleyici Öncelikler Anketi” sonuçları, yeni yılın ilk günlerinde yayınlandı.[1]
CFR’nin Önleyici Eylem Merkezi (CPA) tarafından Kasım ayında yürütülen anket (bu yıl 15’ncisi), dış politika uzmanlarından, bu yıl meydana gelme veya tırmanma olasılıklarının yanı sıra, ABD çıkarları üzerindeki olası etkilerine dayalı olarak “devam eden veya potansiyel otuz çatışmayı” değerlendirmelerini istemiştir. Sonuçlar, “2023’te İzlenmesi Gereken Başlıca Çatışmalar” başlığı altında aşağıdaki harita üzerinde özetlenmiştir.
“Yüksek öncelikli” olan “seviye: I”, çoğunluğu artık ya büyük güçleri ilgilendiren “potansiyel parlama” noktalarıyla (örneğin, Tayvan çevresinde bir sınır ötesi kriz, Ukrayna‘da savaşın tırmanması ve Rusya‘daki istikrarsızlık) ya da İran ve Kuzey Kore‘nin nükleer silah geliştirmesiyle ilgilidir. ABD’nin Çin veya Rusya (ve muhtemelen her ikisi de aynı anda) ile bir askeri bir çatışmaya girme riski de bu kategoridedir.
Bunun yanında, “orta öncelikli ve yüksek etkili” başlığındaki çatışma olasılıkları da aşağı başlıklarda sıralanmaktadır:
–Çin’in Tayvan’a yönelik zorlayıcı baskısını artırması, artan askeri faaliyetler de dâhil olmak üzere, ABD’ni ve bölgedeki diğer ülkeleri içeren ciddi bir “boğazlar krizini” hızlandırması.
-Konvansiyonel olmayan silahların kullanılması, komşu ülkelere yayılması (altyapılara yönelik siber saldırılar dâhil) ve/veya NATO üyelerinin doğrudan müdâhil olması nedeniyle Ukrayna’daki silahlı çatışmanın tırmanması.
-Ukrayna’daki savaştan duyulan memnuniyetsizlik ve kötüleşen ekonomik koşullar, Rusya’da artan iç huzursuzluğa ve Moskova’da güç mücadelesine yol açması.
-Kuzey Kore’nin nükleer silahlar ve uzun menzilli balistik füzeler geliştirmesi ve test etmesiyle tetiklenen Kuzeydoğu Asya’da akut bir güvenlik krizi.
-İran’ın nükleer programı ve komşu ülkelerdeki militan gruplara verdiği desteğin sürmesi nedeniyle İsrail ve İran arasında askeri çatışma.
Orta Amerika ve Meksika‘da şiddetli hava olaylarının ağırlaştırdığı artan şiddet, siyasi huzursuzluk ve kötüleşen ekonomik koşulların ABD’ne göçte bir artışa yol açması.
KÜRESEL EKONOMİDE YAŞANAN VEYA POTANSİYEL DÖNÜŞÜMLER
Eski Avrupa Merkez Bankası ECB) Başkanı Mario DRAGHİ’nin 2012 yılında “ne pahasına olursa olsun” ifadesiyle belirlenen ve salgın sırasında yeniden ortaya çıkan “parasal genişleme” dönemi, küresel ölçekte yaşanan enflâsyon artışı nedeniyle artık tüm dünyada kapandı.
Global enflâsyon 2023’ünde ana gündemi olmaya devam etmektedir. Düşük faiz oranları dönemi artık sona ermiş (Türkiye dışında) ve “parasal sıkılaştırma” da hızla sürmektedir. Söz konusu bu parasal önlemlerin sonucu olarak, küresel çapta bir “durgunluk” tüm dünya ekonomilerini, giderek artacak şekilde etkisi altına almıştır. Yine bu süreç içerisinde “küresel jeopolitikte” de tam anlamıyla depresyon yılları deneyimlenmektedir.
Bilinen anlamı ve içeriği ile artık küreselleşmenin sonuna gelindi. En azından, son 30 yıldır oluşan bu yöndeki “toplumsal sözleşme” yeniden yapılanmaya ihtiyaç duymaktadır.
Ancak şurası bir gerçek ki, son 40 yılın Batılı politika yapıcılarının büyük bölümü “dünya düzmüş” gibi davrandılar. Bir diğer ifadeyle, neoliberal ekonomik düşüncenin baskın yönüne batmış olarak, sermayenin, malların ve insanların herkes için en üretken olacakları yere gideceklerini varsaydılar. Şirketler ise, bunu yapmanın, emeğin en ucuz olduğu denizaşırı ülkelerde istihdam yaratmaktan geçtiğini; bu yolla oluşacak faydanın, yurtiçi istihdam kayıplarının yol açacağı tüketici kayıplarından daha çok olacağını düşündüler. Ek olarak, eğer hükümetler ticaret engellerini indirir ve sermaye piyasalarının mevzuatını serbestleştirirlerse paranın, en çok ihtiyaç duyulan ve fazla getiri sağlayan coğrafyalara akacağı var sayıldı. Çünkü, görünmez el her yerde iş başında olduğu için, politika yapıcıların coğrafi özellikleri hesaba katması gerekmiyordu.[2]
Keza bu saptamayı 3 yıl önce Joseph E.STİGLİTZ’de;
“Son 40 yıldır, ABD ve diğer gelişmiş ekonomiler, düşük vergiler, “kuralsızlık/gevşek mevzuat” ve sosyal programlarda kesintiler içeren bir serbest piyasa gündemini izliyorlar. Artık bu yaklaşımın olağanüstü bir şekilde başarısız olduğuna dair hiçbir şüphe olamaz” sözleriyle yapmıştı.[3]
Nitekim, liberalizmin topal bir şekli olan “neoliberal uygulamalar” sonucunda sermaye ve işgücü arasında oluşan “asimetrik refah dağılımı”, dünyanın her yerinde yükselen popülizm ve milliyetçilik dalgasına önemli bir “meşruiyet” zemini sağladı. Ayrıca, sosyal medyanın yaygınlaşması ve “post-truth” akım, söz konusu bu dalgaya istediği araçları temin etti, yollarını açtı.
Keza bu dönemde, sisteme uyum fırsatını kaçıran Avrupa’nın geleneksel partileri de siyasal ortamı, kendilerini siyasi elitlerin dışında kimliklendiren aşırı sağ hareketlere teslim etti.
Neoliberal küreselleşme sürecinin asıl kazananları, Çin ve çok uluslu şirketler oldu. Bu olgunun boyutunu canlandırabilmemiz için sadece Apple’ın, 2.3 trilyon $ büyüklüğündeki piyasa değeriyle, 180’den fazla ülkenin GSYH’sini geride bırakmış olduğunu söylemek yeterli olacaktır.
Salgın döneminde yakından tanık olduğumuz ihracatı kısıtlayıcı önlemleri, Rusya ve İran’a uygulanan ekonomik yaptırımları -ve yaptırım sopası üzerinden gelişen tehditleri-, ABD-Çin teknolojik rekabetini, yabancı firmaların pazara girişinde uygulanan engellemeleri ve bölgesel siyasi anlaşmaları hükümetler ve özel sektör birlikte yaşadılar. Bunların yanı sıra eşitsizlikler, iklim, özgürlükler gibi başlıklarda ortaya çıkan toplumsal hareketler de, özel sektör karar alıcılarının hiç olmadığı kadar gündeminde olduğu izlenmektedir.
Bunun sonucunda varılacak çıkarım, tüm bu sürecin, hem ABD-Çin büyük güç rekabeti içerisinde hem de iklim ve dijitalleşmenin eklemlendiği “jeopolitikanın değişen doğasında” şirketlerin kendilerini en doğru şekilde konumlandırmasını zorunlu kıldığı gerçeği olmaktadır.
Bu durumun uzun vadede değişmesi de pek olası durmamaktadır. Tam tersine sistemin, şirket karar mekanizmalarına daha da entegre olacağı beklenmektedir. Bir başka ifadeyle bu olgu, özellikle çok uluslu şirketlerin “küresellik” niteliğini sürdürebilmesi için gerekli ana başlıklardan biri olarak durmaktadır.
Amerikan otomobil devi Ford’un 2022 üçüncü çeyreğinde maliyetlerinin tahmin edilenden 1 milyar $ daha fazla artması, özel sektör için ne kadar kritik bir dönemde olduğumuzun bir örneği olarak gösterilebilir.[4]
Değişen konjonktürden en fazla payını alan başlıklardan biri de mevzuattır. Tabii ki özel sektör için mevzuatın takibi ve analizi hayati önemde bir konudur. Bunu hazırlayan ve denetleyen kamu, kripto para piyasalarından enerji politikalarına uzanan geniş yelpazede “proaktif bir aktör” olma özelliğini artarak sürdürmektedir. Tabii ki şirket yönetim beyinleri de hemen yanında…
Bu bağlamda beklenen bir başka değişim de kârlılığı maksimize eden ve aynı zamanda Batı dünyasında enflâsyonu da düşük seviyelerde tutan “off-shore üretim” şekli de globalleşmenin zayıflamasıyla artık raftan inecektir.
Kısacası yeni jeopolitikte artık üretim ve tüketim, kamu ile şirketler birbirine daha yakın olacaktır.
Mevcut verilere bakıldığı zaman, AB ticaretinin yaklaşık üçte ikisinin birlik ülkeleri içerisinde kaldığı görülmektedir. Diğer yandan toplam 15 Asya-Pasifik ülkesinin imzaladığı, dünyanın en büyük serbest ticaret anlaşması olan Bölgesel Kapsamlı Ekonomik Ortaklık (RCEP) ve Güneydoğu Asya Ülkeler Birliği (ASEAN) gibi bölgesel entegrasyon mekanizmalarıyla Asya Pasifik bölgesindeki toplam ticaretin de yaklaşık yüzde 60’ının bölge içinde gerçekleştirilmektedir.
McKinsey & Co. tarafından yürütülen araştırmaya göre, şirket yöneticilerinin yüzde 92’si, hâlihazırda tedarik zincirlerini bölgeselleştirmek ve hatta yerelleştirmek adına adımlar atmaya başladığını söylemişlerdir.
Yerin/coğrafyanın önemi, Covid-19 salgınının başlamasından, ABD ile Çin’in ekonomik ayrışmasından ve Rusya’nın Ukrayna’daki savaşından bu yana daha da belirginleşti. Bir zamanlar zirve yapmış olan “küreselleşme” gerilemeye başladı. Onun yerine daha “bölgesel” ve hatta “yerelleşmiş” bir dünya şekillenmektedir. Yurt içinde artan siyasi hoşnutsuzluk ve yurt dışında jeopolitik gerilimlerle karşı karşıya kalan hükümetler ve işletmeler, benzer şekilde “verimliliğe” ek olarak dayanıklılığa/esnekliğe (resilience)” giderek daha fazla odaklandıkları izlenmektedir.[5] ABD Hazine Bakanı Yellen’ın sıklıkla vurguladığı “friend shoring”[6] kavramı, serbest ticaretten ziyade güvenli ticareti önceliklendirmek anlamına gelmektedir. Özellikle dijitalleşme ve iklim başlıklarında ortak yaklaşımların ve değerlerin öneminin altı güçlü bir şekilde çizilmektedir.[7]
Önümüzdeki neoliberal sonrası dünyada, üretim ve tüketim ülkeler ve bölgeler içinde daha yakından bağlantılı olacak, emek sermayeye göre güç kazanacak ve siyasetin ekonomik sonuçlar üzerinde yarım asırdır olduğundan daha büyük bir etkisi olacaktır.
Bu konuda geçtiğimiz aylarda ABD Kongresi’nden geçen iki yasayı dikkate almak gerekir. Bunlardan ilki, Chips Act ile ABD çip tasarım ve üretim faaliyetlerine 50 milyar $ düzeyinde teşvik sağlamayı taahhüt etmektedir. Bu yasaya ek olarak da ABD Senatosu, ileri teknoloji içeren “karmaşık çiplerin” Rusya ve Çin’e ihracatına kısıtlama getirdi.
Bahse konu ikinci yasa olan Enflasyonla Mücadele Yasası ile de ABD, enerji güvenliği ve iklim değişikliğiyle mücadeleye yönelik yatırımlar için 369 milyar $’lık kaynak ayrılırken, yenilenebilir enerji teknolojileri için 260 milyar vergi teşviki uygulanması kararlaştırıldı.
Günümüzde enerji krizi ile mücadele eden AB sanayisi ise bu durumdan oldukça endişelidir. Nitekim Amerikan üretimi ürünlere vergi indirimlerini de içeren söz konusu yasayla birlikte, özellikle Avrupalı otomobil şirketleri ve yeşil ekonomi alanındaki üreticiler avantajsız duruma gelebileceklerdir.
Samsung, Apple, Intel ve NVIDIA gibi devlere çip üretimi yapan dünyanın en büyük çip ve yarı iletken üreticisi Tayvanlı TSMC’nin ABD’nin Arizona eyaletine kuracağı ikinci fabrikasını, ABD-Çin çatışması ve küresel enerji jeopolitiği üzerinden okunması gerekmektedir. Söz konusu gelişmenin tedarik zincirlerine etkisi, özel sektör için bir diğer kritik gelişme olarak ortaya çıkmaktadır. Nitekim Intel CEO’su Pat GELSİNGER’in Davos’ta, çip tedarik zincirlerinin gelecek 50 yılda petrolden daha fazla jeopolitik dinamikleri etkileyeceğini vurgulaması oldukça dikkat çekici olmuştur.[8]
Biden yönetiminin girişimiyle hazırlanan ve Amerikalı sanayicilere kapsamlı sübvansiyonlar/teşvikler sunan “korumacı yasalar” ekseninde transatlantik hattında gerginlik sürerken, Hinrich Foundation, AB’nin elektronik, kimyasallar, metal ve mineraller ve medikal ürünleri içeren 103 farklı ürün kategorisinde Çin’e stratejik bağımlılığının bulunduğunu ortaya koymuştu.[9]
Bu nedenle Avrupa’da “yeniden sanayileşme” kavramı tüm konuşmaların ve raporların zirvesinde yer almaktadır. Fransa Ekonomi Bakanı Bruno Le MAİRE, 2023 öncelikleri başlıklı yazısında, yeşil yatırım odaklı yeniden sanayileşme hareketinin hükümetin öncelikleri arasında yer aldığını belirtmiştir.[10] Keza benzer şekilde, tedarik zincirlerinin dirençliliği konusu NATO’nun 2030 ajandasında en üst sıralarda yer almaktadır.[11]
Diğer yandan, Ukrayna’daki savaş nedeniyle metaller, inşaat malzemeleri, kimyasallar gibi enerji-yoğun sektörlerin şirket bilançolarının oldukça olumsuz etkilenmesi, jeopolitiğin direkt sonucu olarak gösterilebilecek bir başka durum olarak ortaya çıkmaktadır.
Ocak ayı ortalarında gerçekleştirilen Dünya Ekonomik Forumu (WEF)’nda küreselleşme ve iklim krizinin geleceği ekseninde açıklanan görüşler, Çin’in “sıfır Covid-19” politikasından çıkışıyla büyüyen enflâsyonist baskılar, yenilenebilir enerji yatırımcıları ve teknoloji devleri damga vurdu. Ukrayna’daki savaşın yansımalarıyla birlikte “jeopolitika etkileri” ise tüm panellerde ana gündem konusu haline gelmiştir. Bu bağlamda oluşan belirsizlik iklimini ise Slovenya Dışişleri Bakanı Tanja Fajon’un sözleri özetler nitelikteydi: “Bu hafta politikacıları dinlerken şaşırdım çünkü kimsenin tam olarak nereye gittiğimizi ve çözümlerin neler olabileceğini tam olarak bilmediği hissine kapıldım.”[12]
Bununla birlikte, küresel iş dünyası liderlerinin de en fazla üzerinde durduğu anahtar kelimeler, tedarik zincirlerinde dayanıklılık ve mesafelerin kısalması oldu.
Davos’taki bir panelde Hindistan’ın en değerli şirketi Tata Grubu’nun Başkanı Chandrasekaran’ın dayanıklılığın verimlilikten de öncelikli olması gerektiğini ifade etmesi ise iş dünyasının jeopolitik endişelerini en iyi şekilde özetledi.[13]
Coğrafi konum tarih boyunca her zaman önemli oldu. Ancak yakın gelecekte her zamankinden daha önemli olacağa benzemektedir.
Bunların yanında WEF’in 2033 yılı tahminlerinde, 2023’e ilişkin açıkladığı riskler hakkında yeterli aksiyon alınmazsa, 10 yıl sonra küresel şoklara yol açabileceğinin altı çizilmektedir. Özellikle iklim temelli sorunların jeopolitik, ekonomik ve toplumsal sonuçlarına dikkat çekilmektedir.[14]
KISACA NEOLİBERALİZMİN GELECEĞİ
Yaşadığımız zaman diliminin önemli özelliklerinden başta geleni, “kapitalizmin yeni bir evresine geçmek” için dönüşüm hamlelerinin yoğunlaşmasıdır.
Dünyanın içinde bulunduğu “belirsizlik ve kırılganlık iklimi” ve potansiyel dönüşüm, ülkelere ve ekonomik aktörlere büyük fırsatlar sunduğu kadar, aşılması gereken zorlukları da beraberinde getirmektedir.
Önümüzdeki yıllar, karşılıklı bağımlılıkları ve jeopolitik dengeleri yeniden oluşturacaktır. Bu yeni oluşumla birlikte uzun vadede artık dış politika, ulusal ekonomi, altyapı/lojistik stratejilerinin bütünselliği ve tamamlayıcılığı, hiç olmadığı kadar önemli hale gelecektir. Bu bağlamda jeopolitika-iklim-dijitalleşme üçgeninde dönüşen uluslararası ticaret düzeninde, şirketler için yalnızca ucuz olmak veya güçlü üretim kapasitesi/kabiliyetine sahip bulunmanın yeterli olmayacağı anlaşılmaktadır.
Bu aşamada ve eskiye göre bugünün farklı koşulları altında artık “yeniden Keynes’e sarılırız, yine düze çıkarız” demek de olanaklı durmamaktadır. Zira gerek küresel finansal sistemin içinde bulunduğu batak, gerek küresel ölçekte üretimin Asya-Pasifik’te öbekleniyor olması, gerekse Batı kapitalizminin kurallarına uymaya hiç de niyetli olmayacak ülkelerin sayısının artması, böyle bir modelin dünya ölçeğinde işletilmesine engeldir. Şöyle düşünelim, Çin, Hindistan, Pakistan, Rusya ve daha pek çok gelişen piyasaların bunu kabul etmeyeceği bilinirken, ulusal sınırlara geri dönüp, otarşik bir ekonomik modele sığınmak da imkânsızla oyalanmak olacaktır.
Kapitalizmin bu yeni evresine geçmek amacıyla ABD ve AB’nin küresel ekonominin kurallarını değiştirmeye yönelik hamleleri, karteller, gelişen ve gelişmekte olan ülkeler tarafından öyle kolay kolay benimsenecekmiş gibi görünmemektedir. Çünkü bu dönüşüm hamlesi, hidrokarbon temelli enerji sistemini değiştirmeyi, kol emeğine dayalı üretimi asgariye indirmeyi, küresel ölçekte yeni bir para sistemi oluşturup, musluğun başını tutmayı ve küresel şirketler sistemini sürdürmeyi içermektedir. Peki petrol kartelleri, hidrojen enerjisine geçmeye kolay kolay izin verir mi? Keza otomotiv endüstrisi, elektrikli araçlara geçebilmek için milyarlarca dolarlık dönüşüm yatırımını hemen yapabilir mi?.. Yapay zekâ bu hızla yayılırsa, işsizler ordusu ayaklanmaz mı?.. Diğer yandan geri bırakılmış ülkeler, tam kalkınmaya başlarken, bir buçuk asırdır dünyayı kirleten gelişmiş ülkelerin gündeme getirdiği “karbon vergisini” öder mi?
Bir noktada, Ukrayna’daki ve belki başka bölgelerde çıkacak savaşlar da, aynı salgın gibi azalacak ve bir süre sonra da sona erecektir. Ancak küreselleşme on yıl önceki haline geri dönmeyecektir. Ancak tamamen de ortadan kalkmayacaktır. Keza bunun öyle kolay bir dönüşüm olamayacağı da açıktır. Doğal olarak çeşitli çıkar gruplarından dirençler de yükselmektedir. Hatta daha ileri gidersek, bambaşka bir biçimde “bölgesel savaşlarla” sürecek üçüncü dünya savaşının da, tam bu sebeplerle gündemde yer bulduğunu söyleyebiliriz.
Ersin DEDEKOCA 9 Şubat 2023