Sıra en netameli konuya geldi. Öncelikle bu konudaki deneyimlerimi vurgulamak isterim. 5
dönem milletvekilli görevinde bulundum. 1973 ve 1977 genel seçimlerinden önce CHP Zonguldak
örgütünde delege sistemiyle yapılan önseçimlere girdim. 1973 seçimlerinde 9 milletvekili çıkaran
Zonguldak’ta 4. Sıradaydım ve CHP ilk kez 4 milletvekili çıkarmıştı. 1977 seçimleri ise daha ilginç
olmuştu. CHP Genel Merkezi, Genel Sekreter Eyüboğlu’nun örgüte telefonları ve gönderdiği MYK
üyeleriyle gayrı resmî bir liste hazırlamıştı. O günkü genel merkez ve genel başkan benim listeye
girmemi istemiyorlardı. Genel Başkanımız Ecevit aynı zamanda Zonguldak Milletvekiliydi. Tüm olumsuz
koşullara karşın CHP örgütlerinin desteği ile listeyi delebilmiş ve 5. Sıraya yerleşmiştim. 5 Haziran 1977
seçimlerinde partimiz Zonguldak’tan ilk kez 5 milletvekili çıkarmıştı. 5. Milletvekili de bendim.
1987 genel seçimlerinde SHP Genel Başkanı Erdal İnönü ve diğer aday adayları ile birlikte İzmir
Karşıyaka/Bakırçay seçim çevresinde 24 bin üyenin katıldığı yargıç denetimindeki önseçimde İnönü’nün
arkasında 2. Sıraya girmiştim. 2002 ve 2007 seçimlerinde de yapılan merkez yoklamalarında İzmir
listesine konulmuştum.
Bunları öğünmek için değil, önseçim deneyimine sahip olduğumu kanıtlamak için yazıyorum. 2
kez delegelerle, 1 kez de tüm üyelerle, seçim kurulu denetiminde önseçime girmiş, iki kez de merkez
yoklamasına başvurmuş ve listeye alınmış bir siyasetçi olarak çıkardığım sonuç şudur: Önseçimle gelen
milletvekili üyesinden, delegesinden ve parti kamuoyundan çekinir hatta korkar. Merkez yoklamasıyla
seçilen vekil ise önce genel başkandan sonra da genel merkezden çekinir ve korkar. Yukarıda söylediğim
gibi korku imparatorluğunu yaratan kişiler değil sistemdir!
Önseçim düzeninde genel başkan veya merkez otoritesi sizden hoşlanmayabilir. Ama
çabalarınıza, ilişkilerinize, seçmenlerinize güveniyorsanız sığınabileceğiniz bir liman vardır. O da oyunu
talimatla kullanmayan CHP örgütüdür. Merkez yoklamasında ise genel başkan ve genel merkezin
değerlendirmesi dışında hiçbir güvenceniz yoktur. 12 Eylül’den önceki parlamentoda yapılan kritik
oylamalara özellikle CHP vekilleri tam kadroyla katılırlardı. Bu oylamalarda bulunmayan vekilin vay
haline! Örgüt ve sivil toplum örgütleri sizi her gidişinizde sorguya çekerdi. Bu yasama döneminde, parti
grubumuzun kamuoyundan en çok eleştiri aldığı termik santral ve ceza infaz yasası oylamalarını
anımsatmak istiyorum.
Şimdi önseçimle ilgili mevzuatı inceleyelim. Siyasi Partiler Kanunu (SPK) 35. Maddesine
bakalım:
Siyasî Partiler, milletvekilliği genel veya ara seçimlerinde, adaylık için müracaat eden ve
adaylığı uygun bulunanlar arasından adaylarını tespitini; serbest, eşit, gizli oy açık tasnif esasları
çerçevesinde, tüzüklerinde belirleyecekleri usul ve esaslardan herhangi biri veya birkaçı ile
yapabilirler.
Partilerin tüzüklerinde belirtilen merkez yoklaması dışındaki parti aday seçimleri seçim
kurullarının yönetim ve denetimi altında yapılır.
Ek Fıkra: Siyasi Partiler önseçim ya da aday yoklaması yaptıkları seçim çevrelerinde, toplam
olarak TBMM üye sayısının %5ini aşmamak üzere, ilini, seçim çevresini, aday listesindeki sırasını,
önseçim veya aday yoklaması tarihinden en az on gün önce YSK’na bildirmek koşuluyla merkez adayı
gösterebilirler.
SPK Madde 42: Üye kayıt defterinde parti üyesi olarak kaydı bulunan ve C. Başsavcılığınca
seçim kurula gönderilen listelerde yer alan üyeler önseçimde oy kullanabilir.
CHP Tüzüğü Madde 52: TBMM üyeliği için adayların belirlenmesinde yöntemler önseçim,
aday yoklaması ve merkez yoklamasıdır. Önseçim ve aday yoklaması öncelikli yöntemlerdir.
52/3: Önseçim üye kütüğüne kayıtlı üyelerin katılımı ile yapılır. Aday yoklaması, partide belli
görevlere seçilmiş olan delegelerin katılımı ile yapılır. Merkez yoklamasında adaylar Parti Meclisince
saptanır.
55/1: Yerel seçimlerde adaylar önseçim, aday yoklaması veya merkez yoklaması
yöntemleriyle saptanır.
Görülüyor ki Siyasi Partiler Kanununda önseçimi önleyen bir hüküm yok. 12 Eylül 1980
öncesinde de aynı yasa ve kurallar geçerliydi. 1980 öncesi ana kural önseçimdi. Merkez yoklaması
gerçekten istisnaydı. 1977 seçimlerinde yanılmıyorsam sadece Mardin ve Siirt illerinde merkez
yoklaması yapılmış, 67 ilin 65’inde önseçim sandıkları kurulmuştu. Hem CHP hem Adalet Partisi aynı
günde, ilçe seçim kurulları denetiminde delegelerin kullandıkları oylarla milletvekili ve senatör sıralarını
belirliyorlardı.
Yasada “merkez adayı”, halk arasında “merkez kontenjanı” olarak tanımlanan genel merkeze
tanınan ayrıcalığa gelince. TBMM üye sayısının 5%ini geçmeyen bu olanak partilerce çok dikkatli
kullanılırdı. Siyasal düşünceleri partimize yakın bürokratlar, akademisyenler, askerler, sendikacılar ülke
kamuoyunun takdir ettiği, kimsenin kolayca itiraz edemeyeceği isimler arasından seçilirdi. Bu
kontenjanla parlamentoya gelen kişiye aynı olanak bir kez daha tanınmazdı. Ayrıca hiçbir parti bu %5
sayısının artırılması için girişimde bulunmazdı. Oysa CHP ve AP bu konuda rahatça anlaşabilir rakamı
çoğaltabilirlerdi. %5 genel merkezler için yeterliydi. Bugün de yeterli olduğu inancındayım.
1973 ve 1977 genel seçimlerinde CHP merkez kontenjanından milletvekili olan bazı isimleri
anımsatmak isterim:
1973: Cahit Kayra (Maliyeci), Erol Çevikçe, Devlet Planlama Teşkilatı görevlisi (DPT), Sabahattin
Selek (Basın İlan Kurumu kurucu genel müdürü, yazar), Sadullah Usumi (Türkiye Gazeteciler Sendikası
Genel Başkanı), Hasan Esat Işık (Büyükelçi), Erol Tuncer (İmar İskân Bakanlığı Afetler Genel Müdürü),
Ali Nejat Ölçen (DPT), Prof. Haluk Ülman (SBF Öğretim Üyesi), Alev Coşkun (Akademisyen, İzmir İl
Başkanı), Kenan Durukan (Harp-İş Sendikası Genel Başkanı).
1977: Hikmet Çetin (DPT), Altan Öymen (Gazeteci), Kemal Kayacan (Amiral, DKK), İrfan
Özaydınlı (Hava Korgenerali), Bayram Turan Çetin (Vali), Prof. Gündüz Ökçün (SBF Öğretim Üyesi), Zeki
Eroğlu (Almanya’da işçi), Sevil Korum (DPT), Prof. Ahmet Taner Kışlalı (Hacettepe Üniversitesi Öğretim
Görevlisi, Gazeteci), Lütfi Doğan (Diyanet İşleri Başkanı), Prof. Kenan Bulutoğlu (Boğaziçi Üniversitesi
Öğretim Üyesi).
Bu isimlerden 12si çeşitli yıllarda bakanlık yapmış, 2 isim CHP Genel Başkanı olmuş, 7 isim de
1977 önseçimlerine girmiş ve tekrar seçilmişlerdir.
12 Eylül bütün bu uygulamaların üstünden silindir gibi geçmiştir. SPK’da eskiden olduğu gibi
bugün de önseçim olmasına karşın, 12 Eylül öncesi aksine, merkez yoklaması esas, önseçim istisna bir
uygulamaya dönüşmüştür.
TBMM İç Tüzüğünün halen yürürlükte olan 167. Maddesine göre kapalı olan parti grup
toplantılarına eski milletvekilleri bile giremezken, bugün yapılan grup toplantıları, “genel başkanların,
milletvekillerinin de katıldığı basın toplantılarına” dönüşmüştür. 12 Eylül’den sonra iktidara gelen
ANAP’ın deldiği bu uygulamaya diğer parti genel başkanları da uymakta gecikmemişlerdir. Böylece
kapalı grup toplantılarında parti içi öneri ve eleştiri hakkı ellerinden alınan milletvekillerinin meclis
genel kurulunda da söz alma güçlüğü düşünüldüğünde, varlıklarını meclis dışında kanıtlamak
ihtiyacında oldukları anlaşılmaktadır. Kendilerini demiryolu raylarına bağlayan, ağzına bant yapıştıran,
meclis kürsüsüne elinde maketlerle çıkan ve absürt demeçler veren vekiller, belli ki bu kısıtlamaların
ürünüdürler! Yeri gelmişken söylemek isterim. CHP tarihinde tek parti döneminden beri uygulanan ve
örnek, centilmen yarışlara sahne olan grup başkanvekili seçimlerine son getirilen kısıtlamayı eski bir
grup başkanvekili olarak yadırgıyorum, nedenini bulamıyorum!
CHP Genel Başkanı Deniz Baykal’ın istifasından sonra, 22 Mayıs 2010 tarihinde CHP 33. Olağan
Kurultayı toplandı. Kurultayın en önemli maddesi yeni genel başkanın seçimiydi. Kemal Kılıçdaroğlu
geçerli 1189 oyun tamamını alarak CHP’nin 7. Genel Başkanı seçilmişti. Bu, o güne kadar alınmamış bir
sonuçtu. Ne İnönü ne Ecevit ne de Baykal bu kadar rahat seçilmemiş, delege oylarının tamamını
alamamışlardı. O Kurultayın başkanıydım. Olayın 1 numaralı tanığı olarak söylüyorum. Kılçdaroğlu’nun
adaylık konuşmasında örgüte “her koşulda önseçim” vaadinde bulunduğunda delegeler ayağa
fırlayarak alkışlamaya başlamışlardı. Belki de 2/3 oy bile fire vermeden seçilmesindeki etkenlerden biri
de buydu. 12 Eylül sonrası önseçime hasret kalan CHP örgütü bu sözle canlanmış, eskisi gibi
heyecanlanmıştı.
Kılıçdaroğlu’nun Genel Başkanlığından sonra yapılan 2011 genel seçimlerinde başta Ankara,
İstanbul ve İzmir olmak üzere çoğunluk illerde merkez yoklaması yapılmıştı. Değişen bir şey olmamıştı.
Yine merkez yoklaması esas, önseçim istisnaydı. Son yapılan 2019 yerel seçimlerinde ise önseçim çok
ender karşılaşılan bir uygulama haline gelmişti.
Bunun sebebi neydi? Seçildikten bir süre sonra Kılıçdaroğlu, “üye yapısının sağlıksız olduğu”
gerekçesini öne sürmüştü. Genel Başkan seçildiği zaman bu gerçeği bilmiyor muydu acaba? 2 dönem
milletvekilliği, 1 dönem grup başkanvekilliği, PM ve MYK üyeliği yapmış bir kişinin bu kanıya ulaşmaması
düşünülemez. Akla gelen ikinci soru da şu. Sayın Kılıçdaroğlu, 22 Mayıs 2020 tarihinde genel
başkanlığının onuncu yılını doldurdu. Bu durumda 10 yıldır genel başkan yetki ve sorumluluğu ile
“sağlıksız” üye yapısını “sağlıklı” hale dönüştürmesi gerekmiyor muydu?
Bugün merkez yoklaması düzenindeki yanlış uygulamalar bu yazının konusu değil. Ama şu
gerçektir ki, önseçim örgütü heyecana getirmektedir. Önseçimi kaybeden aday adaylarının küskünlüğü
genel olarak kısa sürmektedir. Aksi halde bu kişiler örgütçe kınanmakta ve bir kez daha aday olma
şansını yitirmektedirler. Önseçimle seçilen belediye başkanı ve milletvekilinin başarısız olması
durumunda fatura örgüte kesilmektedir. Merkez yoklaması ile seçilen her belediye başkanı ve
milletvekilinin kefiliyse, başta genel başkan, MYK ve PM’dir. Yetkilerini kullanmışlardır; sorumluluk da
onlara aittir.
Bir önemli nokta da ittifak partileriyle seçime girilmesi halinde önseçim yapılmayacağına ilişkin
değişikliktir. Önseçim yapılmasının ittifaka ne zararı olabilir? Zaten genel merkezin elinde merkez
yoklaması, kontenjan gibi olanaklar var. Bu durumda yapılan bu değişikliğin parti içi demokrasiye zarar
vermekten öte bir yararı olacağını sanmıyorum.
Örnek bir siyasal parti; üyesi, ilçe/il/merkez yönetimleri ve lideri ile çalışan bir emme/basma
tulumba gibidir. Bir partinin canlı ve heyecanlı bir örgütü yoksa seçimlerde başarılı olması çok zordur.
Örgütü motive eden de önseçimdir.
İlçe ve il yöneticilerini, parti meclisini ve genel başkanını üyelerin katılımı ve oyu ile seçen bir
partinin önseçimleri de aynı yöntemle gerçekleştirmesi, farklılığımızı tüm ülkeye ve dünyaya kanıtlamış
olacaktır. Yazının başında uygulamalarını sıraladığım Avrupa partilerinden farkımız ne? Ne olabilir?
ÇÖZÜM: GÜÇLENDİRİLMİŞ ÜYE YAPILANMASI
Bu çalışmanın ana teması, çağdaş partilerde olduğu gibi delegelik sisteminin kaldırılması ve
parti içi iradenin üyelere bırakılmasıdır. O zaman akla gelen ilk soru şu olacaktır: İlçe yöneticinden genel
başkan seçimine kadar ağır bir görev ve sorumluluk yüklediğimiz parti üyelerine nasıl, nereye kadar
güveneceğiz? Böylesi nitelikli, dürüst ve sağduyulu üyelerden oluşan bir yapıyı nasıl inşa edeceğiz?
Bu soruyu soranlar, önerilerimi okuduktan sonra bana dönüp, “istisnai de olsa yapılan
önseçimlerden çıkan ve kamuoyunu rahatsız eden sonuçları nasıl açıklayacaksın” demeyecekler mi?
Bu haklı soruları yanıtlamadan önce bir kanımı söylemek istiyorum. Tüm hastalıklı yapısına ve
denetim dışına çıkan ulaşılmazlığına karşın, mevcut üyelerle yapılacak önseçimler, merkez
yoklamasından daha sağlıklıdır. Bunu söylerken mevcut yapıyı savunduğum anlaşılmasın. Asla! Mevcut
üyelik sistemi acilen yatağa yatırılmalı, öncelikle hastalığa tanı konulup tedavi edilmeli ve sağlığa
kavuşturulmalıdır. Bunu nasıl gerçekleştireceğiz? Önce geçmişe bakmamız gerekiyor.
CHP Kurtuluş Savaşı veren güçlerin kurduğu bir partidir. Bunun izlerini 1974 yılında yapılan
değişikliğe kadar yürürlükte olan tüzüğümüzün üyelik bölümünde görmekteyiz:
Madde 3-A) Cumhuriyet Halk Partisine:
a- Kurtuluş Savaşına aykırı amaçlar güden kuruluşlara girmemiş bulunanlar,
b- Partinin umdelerini (ilkelerini), Programını ve Tüzüğünü benimseyen kadın erkek her
vatandaş üye olabilir.
CHP tüzüğü, bu maddenin konulduğu tarihten günümüze kadar dönem dönem değişiklikler
geçirmiştir.17 Kasım 1947’de toplanan 7. Kurultay’da çok partili yaşama geçerken, demokratik sisteme
uyum amacıyla değişiklikler yapılmış, 14 Ekim 1968 tarihinde toplanan 19. Kurultayda son şeklini
almıştı. Bülent Ecevit’in Genel Başkan olmasından sonra düzenlenen 1976 Kurultayında tekrar ele
alınmış, Parti Meclisi kaldırılarak Genel Yönetim Kurulu oluşturulmuştur. Özellikle 1961 Anayasasının
yürürlüğe girmesinden sonra toplum yaşamındaki hareketliliğin partimize yansıması kaçınılmazdı.
Özellikle iç göçün başladığı yıllarda CHP’de üyelik sorunu da tartışılmaya başlanmıştı.
Naylon üyeliğin tarihçesi
Siyasal partilerde yaşanan ve giderek büyüyen hastalıklı üyelik sorunu gerçekte, sosyolojik,
ekonomik ve sınıfsal bir nitelik taşımaktadır. 1960’lı yıllarda başlayan ve bugün Anadolu’nun
boşalmasıyla sonuçlanan iç göç, sağlıksız kentleşmeye yol açtığı gibi sağlıksız parti üyeliğinin doğmasına
neden olmuştur.
Bu olguyu mercek altına yatırmakta yarar var. İç göç iki ayrı hareketle başlamıştır. 1960’lı
yıllarda başlayan ve hızlanan çarpık kapitalistleşme sürecinde Anadolu sermayesinin önemli bir bölümü
özellikle İstanbul’a ve kısmen metropol kentlere gitmiş ve ticari kazanç şansını buralarda aramıştır. Asıl
ve büyük göç dalgası bunların dışındadır. İzlenen yanlış tarım politikaları yüzünden toprağından istediği
verimi alamayan ve her geçen yıl biraz daha fakirleşen köylüler, çalışacak fabrika bulamayan işgücü ve
daha sonra karşılaşılan teröre maruz kalanlar, çareyi başta İstanbul, Ankara, İzmir ve diğer metropol
illere göçte bulmuşlardır. Bu ikinci göç nedeniyle köyleri boşaltan yoğun nüfus Türkiye’nin yapısını
değiştirmiş, o güne kadar görmediği sorunlar yaratmıştır. Sağlıksız kentleşme bunların başında
gelmektedir. Devleti yöneten çeşitli hükümetler baştan bilimsel ve gerçekçi projeler üretememişler,
pansuman önlemlerle sorunu geçiştirmeye çalışmışlardır.
1960’lardan sonra, metropol kentlerde imarsız ve mülkiyeti devlete veya kişilere ait olan
arazilerin üstünde “gecekondu” adını taktığımız evlerden oluşan mahalleler çoğalmaya başlamıştır. İlk
gelenleri kendi memleketlerinden gelenler izlemiş, hemşeri gettoları oluşmuştur. Bu da bölgesel, etnik
ve mezhepsel dayanışmaları öne çıkarmıştır. Buralarda yaşayanların çok büyük bir bölümü eğitimsiz ve
mesleksizdir. Mesleği olanlar mevcut sanayi tesislerinde çalışarak işçi sınıfına dahil olmuşlar, orta
okul/lise mezunları da kamuda odacı, küçük memur, koruma görevlisi olma şansını
yakalayabilmişlerdir. Memleketinden az çok birikimle gelenler de kahvecilik, pazarcılık, manavlık gibi
küçük esnaf statüsüne girmişlerdir. Ama çoğunluk eğitimsiz, mesleksiz ve gelecekten umutsuzdur.
Oturdukları evin mülkiyeti kendisine ait değildir, ruhsatsızdır ve her an devlet tarafından yıkılabilir.
Deyim yerindeyse diken üstünde oturmaktadır. Bu çıkmazdan kurtulmak için çareler aramaktadır.
Politikacılar işte tam burada sahneye çıkmışlardır. Özellikle ülkeyi yöneten merkez sağ iktidarlar
ve bunların yönettiği devlet, sınıfsal niteliği gereği köklü çözümlerden uzak durmuştur. Topraksız
köylüler için “toprak reformu” yapmamış, yeterli sayıda fabrika kurmamış, savaşta şehit olmasını
istediği yurttaşlarına yeterli eğitim ve sağlık hizmeti götürememiş/götürmemiştir. Ama bu insanların
genel ve yerel seçimlerde oyları vardır. Partiler kenti çevreleyen bu mahallelerden oy almak
istemektedirler. Bunun için de belediyeler ve devlet evlere su ve elektrik bağlamaktadır. Seçimler
öncesi buralarda oturan insanları en duyarlı oldukları yerden yakalamakta, imar afları çıkarmaktadır.
Artık popülizm her şeyin önüne geçmiştir!
Köylülük niteliğini yitirmiş ama kentli olamamış yurttaşların gözü açılmıştır. Ellerinde kalan tek
değerli şey oylarıdır. Seçimlerin yazgısını onlar belirlemektedir! Seçim kampanyalarında bu semtlere
politikacılar üşüşmekte, yerine getiremeyecekleri sözler vermektedirler. Öte yandan gelecekten
umudu olmayan bu insanları çeşitli cemaat ve tarikatlar dinsel motif ve söylemlerle etkilemeye, kendi
örgütlerinin egemenliğini sağlamaya çalışmaktadırlar.
Kente geldikten sonra ikinci kuşağa ulaşan yurttaşlarımız oyunun değerini anlamıştır. İşin ilginç
yanı oylarının bir başka değeri olduğunu keşfetmişlerdir. Bu da parti üyeliğidir! Kentlerin imarlı
bölümünde oturan nüfus seçimlerde oyunu kullanmakta, bunu yeterli bularak partilere üye olmaktan
kaçınmaktadır. Onların yerel yönetimle pek sorunları yoktur. Çalışan kesimler, emekliler, serbest
meslek mensupları buralarda yoğunlaşmışlardır. Oysa varoşlardaki nüfusun yerel yönetimlerle imar
sorunu ile istihdam, sosyal yardım gibi gereksinimleri vardır. İktidarlardan da iş ve aş istemektedirler.
Bunun çaresi de bulunmuştur. Çare naylon üyeliktir. Şimdi mekanizmanın işleyişine bir göz atalım.
İlçe başkanlığı koltuğunda bir serbest meslek mensubu, esnaf veya tüccar oturmaktadır.
Hayalinden belediye başkanlığı yahut milletvekilliği geçmektedir. Onun için arkadaşlarıyla bir ekip
oluşturmuştur. Aynı mevkilere gelmek isteyen başka rakipler ve onların kadroları da vardır. O ilçedeki
bu kamplaşmaya “hizip” adını veriyoruz. Hiziplerin önce ilçe kongresini kazanmaları gerekmektedir.
Bunun yolu da mahallelerde yapılan delege seçimlerini kazanmaktan geçiyor. Delege seçimlerini
kazanmak için de üye gerekiyor! İşte tam burada politikacı ve üye/delege ağası buluşması
gerçekleşiyor. Mahallede çeşitli nedenlerle etkin olan kişi, ilçe başkanı veya karşı hizip lideriyle üye
pazarlığı yapıyor. “50 hemşerimi üye yapabilirim” diyor. Karşıdaki politikacı da ellerini ovuşturuyor!
Mahallesine gidip sözü geçen erkekleri topluyor. Kendine göre durumu anlatıyor. Eğer karılarıyla
birlikte çok sayıda üye olurlarsa yerel yönetimle ve devletle ilişki kurmak, talepte bulunmak fırsatını
yakalayacaklardır. “Delege seçimlerinde benim partimde oy kullanın da genel seçimlerde nereye
isterseniz oraya oy verin” diyor. Tabii ilçe başkanı ve kadrosunun bölge, etnik ve mezhep konumuyla
benzeşmek de ayrı bir tercih ve dayanışma nedeni oluyor. Aynı aşiret ve ailenin veya hemşeri grubunun
bir başka önderi de aynı pazarlığı ve işlemi başka partilerle yapıyor!
Önseçim listelerinde bir kişinin her iki partide de üye görünmesi, adı geçen üyelerin sabit
adresleri olmaması, tamamlanmamış bir inşaatta 10, 20 veya daha fazla üye görünmesi gibi gariplikler
bu uygulamanın sonucudur. Parti yöneticilerini bile şaşırtan, ortada görünmeyen üyelere gerçek parti
mensupları ve basın “naylon üye” adını takmış, onlara bu sıfatı yakıştırmışlardır.
Bu çağdışı gerçek, yukarıda anlattığım dönemlerden günümüze ivme kazanmıştır. Aşağı yukarı
1965 seçimlerinden sonra başlayan bu hastalığın nedenlerinden biri de Siyasi Partiler Kanunun partilere
delege sistemini dayatmasıdır kanısındayım. Giderek yozlaşmasına karşın bu sistem 12 Eylül’den önce
fazla tahripkâr değildi. Geçerli olan parti ahlakı özellikle CHP’de aday adaylarının para ve çıkar
dağıtmasını önlüyordu. Tam tersine bu konuda adı çıkan kişinin başarı sağlama olanağı yoktu. 12
Eylül’den sonra kurulan SODEP ve SHP’de de kötü örneklere pek rastlanmadı. Ama Özal’ın “köşeyi
dönme” edebiyatı ve uygulamalarının toplumu ve diğer siyasi partileri etkilememesi olanak dışıdır.
Partilerden öte, toplumda üretmeden, çalışmadan para kazanma ve başarılı olmanın yolu açılmıştır.
Ayrıca, küresel akımın söylemleri ve uygulaması ideolojileri yok saydığı için toplumda ve partilerde
etnik, mezhepsel, bölgesel, tarikat ve cemaat ayrımları öne çıkmış, bu olgu her kurumu bu arada siyasal
partileri etkilemiştir.
Bu arada çok önemli ve yanlış anlaşılmaması gereken bir noktayı vurgulamak istiyorum.
Yukarıda naylon üyenin nasıl doğduğunu ve uygulandığını anlattım. Bununla hiç ilgisi olmayan CHP
terbiyesi içinde politika yapan ilçe başkanı, yöneticileri ve örgüt emekçilerini tenzih ederim. Ancak
üye/delege ağaları, partilerde işlev sahibi olabilmeleri için kendiliğinden ilçeye başvurarak toplu üye
kaydı isteminde bulunduğunda ilçe başkanı buna hayır mı diyecek? Görevi üyeyi çoğaltmak değil mi?
Sorun kökten çözülmedikçe “sağlıksız üye” sorunu kangren olmaya devam edecektir.
Üyelik Sorunun Aşamaları
CHP Genel Başkanı Bülent Ecevit MSP ile kurulan hükümetin Başbakanıydı. 1974 yılında
partinin yenilenmesi için bir Tüzük Kurultayı toplanmasını istiyordu. Kurultaya sunmadan önce
hazırlanan taslak metinler MYK’dan geçiyordu. Genel Başkan üyelikle ilgili yeni bir madde getiriyordu.
O günkü 10. Madde şöyleydi:
MYK, parti açısından gerekli gördüğü hallerde yukarıdaki maddelerde yazılı koşullara
ve bekleme süresine bakmaksızın doğrudan doğruya üyeliğe kayıt yapabilir. Bu durumda,
kayıtla ilgili belgeler, üyenin isteğine göre sürekli olarak oturduğu ya da sürekli işyerinin
bulunduğu ilçe örgütüne gönderilir.
O dönemde genç bir milletvekili olarak MYK üyesiydim. Sonrasını, 2005 yılı Kasım ayında Doğan
Kitap tarafından yayınlanan “Filmi Geriye Sarınca” adlı anılarımdan okuyalım. Sayfa, 299:
Üyeliğin kesinleşmesi için tüzüğün 7. Maddesine göre bir yıl beklemek gerekiyordu.
Oysa yeni 10. Maddeye göre, üyelik aşamasındaki yazılı koşullara ve sürelere bakılmaksızın
MYK üye kaydı yapılabilecekti. İlçe başkanlığından geldiğim için bu uygulamanın genişletilmesi
halinde çok büyük haksızlıklar olacağını düşündüm. “Sayın genel başkanım” dedim. “Anladığım
kadarıyla bu madde, seçimlere yakın partiye giren ve aday olması düşünülen bürokratlara, ülke
düzeyinde ünlü sendikacılara, sanatçılara, basın mensuplarına ve bu tür kişilere göre
düzenleniyor. Aday olmasalar bile bu kişilerin bekleme sürelerinin dışında tutulması gerekiyor.”
Ecevit ne demek istediğimi anlamamış gibi bir yüz ifadesiyle baktı. “Evet” dedi. Ben devam
ettim. “Ama efendim bu uygulama genişletilirse ve birçok kişi MYK kararıyla üye yapılırsa büyük
haksızlıklar doğar. Bu nedenle bu tür uygulamalara bir sınır koymak gerekir.” Ecevit aniden
parlamıştı! Bana öfke ve şiddetle bağırıyordu. “Sayın Anadol siz ne demek istiyorsunuz? Eğer
bir genel merkez bu maddeyi kötüye kullanır, binlerce kişiyi üye kaydederse partiyi ahlaksızlar
işgal etmiş demektir. Siz nasıl böyle bir suçlama yaparsınız?” Şaşırmış kalmıştım. Ben aklıma
gelen bir kuşkuyu dile getirmiş ve bir tehlikeyi işaret etmiştim. Böyle bir müdahale ve böyle sert
karşılık beklemiyordum. Sustum kaldım. Haklı bir uyarıda bulunurken kötü niyetli, fesat bir kişi
durumuna düşmüştüm.
Bu olaydan 6 ay sonra, 14 Aralık 1974 günü toplanacak CHP 22. Kurultayı öncesi
kongreler takvimi başlamıştı. İlçe kongrelerinden önce delege seçimleri yapılacaktı. Her
mahallede oy kullanacak üyeler ilçe yönetimleri tarafından askıya çıkarılıyor ve buradaki isimler
o mahallenin delegelerini seçiyorlardı. Özellikle İzmir’de İl Başkanı Sedat Akman ve Merkez İlçe
Başkanı Haluk İrtegün, delege seçimlerinden bir gün önce, MYK kararıyla üye olanları listeye
ilâve ediyor ve tüm dengeleri alt üst ediyorlardı. Artık partide iki sınıf üye vardı. Bir yıllık bekleme
süreci sonunda bu sıfatı kazananlar ve MYK kararıyla bir günde üye ilân edilen ayrıcalıklılar!
Hastalık İzmir’den diğer metropol kentlere, daha sonra da tüm örgüte yayıldı. 10. Madde bir
virüs gibi partinin bünyesine girmişti. CHP’de genel başkanlar, genel sekreterler, merkez
yönetimleri, hatta madde numaraları değişti, ama bu uygulama hiç değişmedi. Bugün de bu
virüs bünyeyi zehirlemeyi sürdürüyor!
Gerçekten bu hastalık bir türlü geçmedi, geçmiyor. Genel merkezin elbette böyle bir yetkiye
gereksinimi vardır. İstisnai durumlarda, ülke düzeyinde olumlu tanınan ve mesleğinde örnek çalışmalar
yapmış kişilere bu ayrıcalık tanınmalıdır. Ama genel merkeze verilen bu yetki sınırsız kullanılırsa ki her
dönem kullanılıyor ve partimiz zarar görüyor, genel merkezler güven kaybediyor, bu yetki
sınırlanmalıdır. Bu nedenle MYK kararıyla üye olanların sayısına kota konmalı, yılda 100, 500 gibi bir
rakam saptanmalıdır.
12 Eylül Sonrası
12 Eylül’de kapatılan partilerin yeniden açılmasına ilişkin yasal düzenleme sonunda 9 Eylül
1992 günü toplanan kurultayda CHP ikinci kez doğmuş ve siyasal yaşama girmişti. Yeni Genel Başkan
Deniz Baykal, toplumda yaratılan heyecana karşılık veriyor ve delege sistemini terk edeceklerini
söylüyordu. Artık parti örgütlenmesi sandık esasına dayanacaktı. Ama mevcut SPK yine karşımıza engel
olarak çıkmış ve delege sitemini dayatmıştı.
1999 seçimlerinde CHP seçim barajına takılıp parlamento dışında kalınca Deniz Baykal CHP
Genel Başkanlığından ayrılmıştı. Yeni Genel Başkan Altan Öymen, Genel Sekreter Tarhan Erdem ve yeni
MYK üyelik sisteminde yenilenme hareketine girişmişler ve tüm üyeleri sıfırlamışlardı. Her üye
fotoğraflı üye kayıt fişi dolduracak ve bunu kendi ilçesine verecek, ilçe de genel merkez üye yazım
bürosuna gönderecekti. Ayrıca üye aidatının da ödenmesi gerekiyordu. Sorun köylerdeki üyelerimizde
baş göstermişti. Onlar bu işe hazır değildi. Bazı ilçe yöneticileri fotoğraf makineleriyle köylere gidip bu
işlemi tamamlamaya çalışıyorlardı. Ama bunu kaç örgüt yapabilirdi? Seçimlerde köy sandıklarının boş
kalma tehlikesi belirmişti. Tam bu sırada CHP Kurultayı toplandı ve delegelerin isteği ile Deniz Baykal
CHP Genel Başkanlığına geri döndü. Yeni MYK da bu uygulamayı ortadan kaldırdı.
Bu durum 1999’dan 2010 yılına kadar devam etti. Üyelikle ilgili yeni bir uygulama yapılmadı.
Deniz Baykal’ın istifasından sonra 22 Mayıs 2010 günü toplanan 33. CHP Kurultayında Kemal
Kılıçdaroğlu Genel Başkan seçildi. 3 Kasım 2010’da kendisini yönetime getiren kadro tasfiye olmuş, yeni
MYK ve Genel Sekreter dönemi başlamıştı. Yeni yönetim üyelik konusunda atılım yapmak istiyordu.
Onlara göre o güne kadar parti dar tutulmuştu ve artık genişlemeliydi. Hatta genel merkezin
çevresindeki duvarlar bile yıkılmalıydı! Tüzükteki yetkilerine rağmen ilçelerin üye kaydetme hakları
fiilen yok sayıldı. Oysa üye bir ilçenin belirli bir mahallesinde ikamet ediyordu. Başvuran üye adayları
askıya çıkıyordu ve üyelerin belirli bir süre içinde itiraz hakları vardı. Üyenin durumu incelenebiliyor,
başvurusu geri çevrilebiliyordu. Ancak üye olmak isteyen kişinin buna itiraz hakkı vardı, genel merkezin
kararı kesindi. Üyeyi en iyi değerlendirecek ilçe yönetimiydi. Bazı ilçeler bu yetkilerini kötüye kullanıyor
ve üye kaydını engelliyor olabilirlerdi. O zaman genel merkez duruma el koyar o ilçeyi görevden alırdı.
O güne kadar tüzük prosedürü buydu.
Partiyi halka açma savıyla ilçelerin üye kayıt yetkisi artık kâğıt üstündeydi. Önce genel merkezin
kapısı önüne bir kayıt masası konuldu. İsteyen herkes burada üye olabilecekti. Daha sonra mobil üye
kampanyası açıldı. Pazaryerleri gibi insanların toplu olduğu yerlere üye kayıt araçları gönderildi. Bir süre
sonra da kurultay kararıyla elektronik üyelik kurumlaştı.
Kişisel kanıma göre bunların hepsi yanlıştı. Üye hakkında araştırma yapmadan istemini kabul
etmek ne kadar doğruydu? “Başvuruyu aldıktan sonra araştırma yapacağız” denirse bu olanaksızdı. Yüz
binlerce üye hakkında kim, nasıl soruşturma, araştırma yapacak daha doğrusu yapabilecekti. Bu
sistemin en sakıncalı, somut ve çarpıcı örneği yakında yaşandı. İstanbul Belediye Başkanı Ekrem
İmamoğlu’nu ölümle tehdit eden kişi polisçe arandığında karşımıza elektronik yöntemle partimize
kaydolmuş bir üye çıkıverdi!
Bu girişimler yeni değildi aslında. Halkçı Parti ve SODEP birleştikten sonra SHP İstanbul İl
Başkanı olan Hasan Fehmi Güneş döneminde kampanya açılmış ve üye sayısı 50 bine çıkarılmıştı. Ancak
bundan sonra yapılan ilk İstanbul mitinginde Genel Başkan Erdal İnönü’yü dinlemeye gelenlerin sayısı
20 bini bile bulmamıştı. Hiçbir araştırma yapmadan yoğun üye kaydetmek, popülist partilerin
yöntemidir ve dışa dönük propaganda aracıdır. Nitekim bu yöntemle partiye girenler seçimlerde ortaya
çıkmazlar. Ama bu hayalet üyeler delege seçimlerinde derhal boy gösterirler. Aldıkları talimata göre
hareket eder, genel seçimlerde de oylarını başka partiye verirler! Binlerce, yüz binlerce üye kaydetmek
naylon üye üretiminden başka hiçbir işe yaramaz. Nitekim demokrasi tarihimizin en kritik oylaması olan
ve tek adam rejimini getiren 2016 referandumunda sayısı azımsanmayacak sandıkta temsilcimizin
yokluğu bunun en somut örneğidir.
Üyelik öykümüzün tarihi ve gelişimi sonunda değişen bir şey olmamıştır. “Üye yapımız
sağlıksızdır.” Bu nedenle merkez yoklaması ana yöntem, önseçim de istisna olarak uygulanmaktadır.
Yine eskisi gibi…
ÇÖZÜM
CHP Tüzüğünün 11/1. Maddesi partinin örgütünü belirliyor:
Parti örgütü Genel Merkez, il ve ilçe örgütleri, parti grupları ile kadın ve gençlik
kollarından oluşur.
Önerim bu maddede sayılan kurumlara bir de PARTİ OKULU ibaresinin konulması, ilâve
edilmesidir. Partimizin eski genel merkezi şu anda parti içi eğitim hizmeti vermektedir. Ancak bugünkü
durumu yeterli değildir; parti yaşamına etkisi azdır. Bu kurulu bir an önce işlevli hale getirmek, parti
organlarından biri düzeyine yükseltmek gerekmektedir.
Partimizin diğer partilere göre en büyük şansı insan malzemesi zenginliğidir. Partili olsun veya
olmasın Cumhuriyetin kuruluş ilkelerine bağlı, çağdaş, demokrat tavırlı bilim insanları, iletişimciler,
basın, iş yaşamı ve sendika uzmanları, kısaca çeşitli mesleklerde başarıları ile öne çıkmış kadrolar bizle
birlikte olmaya ve hizmet vermeye her zaman hazırdır. Partimiz, değişen yönetimlerin müdahale
etmeyeceği/edemeyeceği özerk bir eğitim kurumunu, parti okulunu oluşturmalıdır. Ekonomist,
hukukçu, sosyolog, tarihçi, pedagog, sağlıkçı gibi alanlarında ve kişiliklerinde kimsenin tartışamayacağı
düzeye gelmiş, CHP’ye ve ilkelerine inanmış kadrolar yetkilendirilmeli ve görevlendirilmelidir. Bunlara
örgüt ve parlamento deneyimi olan kişiler de eklenebilir. Siyasal beklentisi olmayan, sadece partimize
gönüllü hizmete talip bu kadrolara eğitim yöntemlerini ve programını emanet etmemiz gerekmektedir.
Partinin aldığı hazine yardımının önemli bir bölümü parti içi eğitime harcanmalıdır.
PARTİ OKULU, metropol kentlerde alt birim oluşturmalı ve oralarda da eğitim vermelidir. Eğitim
birkaç aşamalı olmalıdır. İlk basamakta bir partilinin asgarî ölçüde edinmesi gereken bilgiler
verilmelidir. Kısaltılmış parti ve demokrasi tarihi, seçim sandıklarının korunması ve sonuçlara itiraz
yöntemleri, parti tüzük ve programı yorumları gibi. İkinci basamakta ilçe başkan ve yönetici adayı
olabilmek için yeterli eğitim verilmelidir. Birinci basamağa ilâveten, medyayla ilişkiler, nasıl demeç
verileceği, tv programlarında nelere dikkat edileceği gibi.
Geçen yaz deneyimli bir kaymakamla sohbet etmiştim. “Biz 3 yıl kaymakamlık stajı yapıyoruz.
İnsanlar iyi doktor, iyi hukukçu, sevilen dürüst esnaf veya sanayici olabilirler. Ama onlar hiçbir deneyim
ve bilgi sahibi olmadan nasıl 5 yıl belediye başkanlığı yapabilirler” demişti. “Deneyim sahibi oluncaya
kadar dönem bitiyor ve yanlışlarının faturası partilerine çıkıyor.” Metropol belediye meclisi üyeliği,
belediye başkanlığı aday adayları da özel bir eğitime tabi tutulmalıdırlar. Metropol kentlerde kurulacak
alt birimler sadece birinci basamak eğitim verebilir ve nitelikli parti üyeleri yetiştirebilirler.
Bu söylediklerim elbette ham fikirlerdir. Amacımı anlatmak için basit örnekler sıraladım.
Uzmanlar çok daha verimli ve bilimsel eğitim programları hazırlayacaklardır. Özellikle kısa süreli birinci
basamak eğitim programlarının göz korkutmadan gerçekleşmesi kolay ve yararlı bir etkinlik olacaktır.
Partide şu anda kayıtlı hiçbir üyeye dokunmak, kaydını yenilemek gerekmiyor. Onlar bizim
yararlı elemanlarımızdır. Parti içi seçimlerde oy kullanabilmek için gerekli tek koşul Parti Okulunda
eğitimden geçmek ve düzenli aidat ödemek olacaktır. Okuldaki öğrenci sayısı ne kadar çok olursa o
kadar yarar elde edilecektir. Ama ana amaç bilinçli parti üyeleri yetiştirmektir. Çağdaş partilerde üye
sayısının niceliğine değil niteliğine önem verilmektedir. İngiliz Muhafazakâr Partisi bile liderini 160 bin
civarında bir üye ile seçmiştir.
Böylesine eğitimden geçmiş nitelikli üyelerimiz rahatlıkla mahalleden, il, ilçe seçimlerine, ön
seçimden Cumhurbaşkanı adayı belirlemeye uzanan süreçte yetkinlikle oylarını kullanacaklardır.
İşte güçlendirilmiş üye sistemi. Artık usulsüz üye yazımı, naylon üye gibi sorunlarımız,
sıkıntılarımız olmayacaktır. Eğitimden geçmeyen üyelerimizin parti bağları korunacak, onlar sandık
başlarında görev alabilecek ve istedikleri etkinliklere katılabileceklerdir.
Böylesine bir üye yapısında merkez yoklamalarına gerek var mı?
Yeniden yapılanan partimizin başarısını arzulayan halkın umudu yükselecek ve CHP sadece
Türkiye’ye değil, dünyaya örnek olacak yapısal bir niteliğe kavuşacaktır.
SONUÇ
CHP ülkemizin olmazsa olmazıdır. 1999’da baraj altında, parlamento dışında kaldığında karşı
partiler bile bu noksanlığı dile getirmişlerdir. CHP’nin meclisteki yokluğu sadece örgütünü değil,
kamuoyunu da derinden yaralamıştır. Demokrasimizin dönem dönem yaşadığı bunalımlarda CHP
halkımızın umudu, tutunacak dalı olmuştur. Bu konumu sürdürmek, sıradan üyeden genel başkana
kadar hepimizin görevidir.
Güçlü bir CHP’ye her zaman ihtiyaç vardır. Bunun için CHP bugünkü hantal görünümünden
kurtulmalı yeniden yapılanmalıdır. Antiemperyalist, lâik, hukukun üstünlüğünü rehber edinen,
cumhuriyetin kuruluş ilkelerini ve demokrasiyi savunan bir CHP Türkiye’nin sigortasıdır.
CHP ülkenin zor günlerinde özveride bulunarak koalisyon hükümetlerinin bazen başında bazen
içinde yer almıştır. Bugün de tek adam rejiminin dayatması sonucu, zorunluktan doğan “Millet İttifakı”
CHP öncülüğünde kurulmuştur. Kamuoyunun kabul ettiği gerçek, bu ittifak mimarının CHP Genel
Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu olduğudur. Son yerel seçimlerde bu ittifak başarılı sonuç almıştır. İzmir,
Aydın, Muğla, Tekirdağ gibi büyükşehir belediyelerine başta İstanbul olmak üzere Ankara, Adana,
Antalya, Mersin’in ilâvesi en umutsuz dönemde demokrasimizin can simidi olmuştur.
Ancak bazı önemli noktalara dikkat etmek gerekmektedir. Koalisyonlar ve seçim ittifakları
demokrasi yaşamının doğal gerekleridir. Ama bunlar belirli bir sürede geçerlidir. Dünyadaki örnekler
gibi ülkemizde de partiler bu tür girişimde bulunabilirler. Önemli olan partinin yapısını ve kimliğini
korumasıdır. Özünü ve ilkelerini koruyarak, ortaklarına benzeyerek değil, onları yöneterek, öncülük
yaparak işlevini sürdürmelidir. Geçmişte örnekleri sık görüldüğü gibi bu tür birliktelikler hiç
beklemediğimiz bir zamanda bozulabilir. Böyle bir anda partimiz yenilenen yapısı ve tutarlı, net
ideolojisi ile umut olmayı sürdürmelidir.
Başlangıçta söylediğim gibi bu çalışma kişisel düşünce ve deneyimlerimin sonucudur. Elbette
eksik, yanlış tarafları vardır; olabilir. Ancak bunları eleştirenlerin daha doğru ve tutarlı model
önermeleri gerekir. Amacım partinin yapısal değişime uğraması, çağdaş parti ölçülerine kavuşmasıdır.
CHP örgütünün ve ilerici kamuoyunun bu konuyu gündemine alıp tartışması ve doğru sonuca
ulaşmasıdır.
Düşünce ve önerilerini açıklayacak arkadaşlara şimdiden teşekkür ediyorum