ERSİN DEDEKOCA
Ekim ayı PPK toplantısında “politika faizini” 200 baz puan indiren TCMB, 28 Ekim’de yılın son “Enflâsyon Raporunu” yayınladı ve “2021 yılsonu enflâsyon tahminini” yükseltti. Buna göre 2021 yılsonu enflâsyon tahmini bir kez daha (2021 yılı sayısının 5’inci değişikliği) revize edilerek, yüzde 14,1’den 18,4’e çıkarıldı. Keza 2022 yılsonu enflâsyon tahmini ise yüzde 7,8’den 11,8’e yükseltildi.
TCMB Başkanı’nın yılsonu enflâsyon raporu sunumunun ardından yer alan soru-cevap bölümünde “cari fazla” konusuna vurgu yapan cümleleri dikkat çekti. Faiz indirimleri için yılsonuna kadar “sınırlı bir alan” kaldığını söyleyen Kavcıoğlu, “cari fazla vererek, kurlarda ve enflâsyonda denge bulacaklarını” belirterek, TCMB’nin “yeni stratejisini” ortaya koymuş oldu.
Kavcıoğlu, yukarıdaki “strateji değişikliği” şeklindeki çıkarımımızı, “dünyada merkez bankaları ‘faiz yükseltirken biz niçin faiz indiriyoruz” şeklindeki soruya verdiği yanıtta da yine “cari denge hedeflerinden” bahsederek, teyit etmiş oldu.
EKONOMİ ve PİYASA ÇEVRELERİNİN DEĞERLENDİRMESİ
Ekonomistler, TCMB’nın “enflâsyonda yaşanan yükselişi görmezden gelerek”, 2002 yılından AKP’nin yönetimi devralmasından (2019 dışında) bu yana “kesintisiz yaşanan cari açığı” kapatmaya yönelik “strateji değişikliği” izlenimi yarattığını belirtmişlerdir. Yine konuyla ilgili analistler, TCMB’nin, “kurda ve enflâsyondaki yükselişten” kopuk ve “ihracat odaklı strateji” ile “faiz indirimlerini sürdüreceğini” dile getirerek, bu politikanın sonucu olarak “TL’nin feda edileceği” yorumlarını yapmışlardır.[1]
Kavcıoğlu’nın sunumunda enflâsyon değil, ihracat odaklı bir stratejiye ağırlık verildiği ve bunun semeresinin de ancak “orta vadede” alınabileceğini bilen piyasalar hemen tepki gösterdiler. 29 Ekim’de güne 9.5120 TL’dan başlayan Amerikan Dolar’’ı ($) hafta içinde 9.80’i gördükten sonra, Cuma akşamı hafta sonunu 9.7018 ile tamamladı. Euro ise, 11.2519’u gördükten sonra haftayı 11.2204 olarak haftayı bitirdi.
Piyasaya dayalı göstergelerden yola çıkarak aşağıdaki okumalar yapılmaktadır:
– Türkiye bonolarının bir tür “kaskosu” niteliğinde olan “risk primi gösterge” CDS’ler yükselmektedir. Bu gelişmenin anlamı, artan ülke riskinin “finansman maliyetini yükseltmesidir”. Uzun vadeli faizlerde geçtiğimiz aydan bu yana 3 puandan fazla artış yaşanmaktadır.
– $ / TL paritesi ise 8.20’den 9.80’lere kadar ulaştı. Bu bağlamda yıl sonu için 10,50 tahminleri seslendirilmeye başlanmıştır.
– Yine son raporlarda, bu yıl sonu için “tüketici (manşet) enflâsyonunun” yüzde 20’ye varacağı konusunda “görüş birliği” oluşmaktadır. Ekim ayı için “tüketici” fiyatları “aylık yüzde 2,39”, “yıllık 19,89”; “üretici” fiyatları ise “aylık yüzde 5,24” ve “yıllık yüzde 46,31” arttı. İki enflasyon arasındaki fark da, ilk kez 26.42 puana vararak rekor kırdı.
Enflâsyon Araştırma Grubu (ENAG) tarafından yapılan çalışmada ise, “Ekim ayı tüketici endeksi (E-Tüfe) yüzde 6,90, “12 aylık yıllık tüketici endeksi” ise yüzde 49,87 olarak hesaplanmıştır.
Ülkenin, yukarıda özetlediğimiz “son faiz indirimini” ve “TL’da yaşanan aşırı değer kaybını” deneyimledikten, yukarıda özetlediğimiz “yeni bir ortamda” olduğu anlaşılmaktadır.
TCMB BAŞKANINI DOĞRULAYAN EYLÜL AYI GERÇEKLEŞMESİ!
TÜİK ile Ticaret Bakanlığı iş birliğiyle oluşturulan genel ticaret sistemi kapsamında üretilen geçici dış ticaret verilerine göre; ihracat 2021 yılı Eylül ayında, bir önceki yılın aynı ayına göre yüzde 30 artarak 20 milyar 780 milyon $, ithalat yüzde 11,9 artarak 23 milyar 328 milyon $ olarak gerçekleşti.
Dış ticaret açığı, Eylül ayında yıllık bazda yüzde 47,5 azalarak 4 milyar 856 milyon $’dan, 2 milyar 547 milyon $’a geriledi. İhracatın ithalatı karşılama oranı 2020 Eylül ayında yüzde 76,7 iken, 2021 Eylül ayında yüzde 89,1’e yükseldi.
Ticaret Bakanı Mehmet Muş’un Ekim ayı başında açıkladığı ‘öncü’ verilerde ihracat yıllık yüzde 30’luk artışla 20,8 milyar $; ithalat ise yüzde 12 artışla 23,4 milyar $olarak kaydedilmişti.
Genel ticaret sistemine göre ihracat 2021 yılı Ocak-Eylül döneminde bir önceki yılın aynı dönemine göre yüzde 35,9 artarak 160 milyar 951 milyon $; ithalat ise, yüzde 23,7 artarak 193 milyar 301 milyon $ olarak gerçekleşti. Ocak-Eylül döneminde dış ticaret açığı yüzde 14,6 azalarak 37 milyar 876 milyon $’dan, 32 milyar 351 milyon $’a geriledi. İhracatın ithalatı karşılama oranı 2020 Ocak-Eylül döneminde yüzde 75,8 iken, 2021 yılının aynı döneminde yüzde 83,3’e yükseldi.
CARİ DENGEYİ HEDEFLEYEN ÜLKENİN İTHALÂT BAĞIMLILIĞI
100 liraya üretilen bir malın $ karşılığı, 1 $, 5 TL iken 20 $ ediyor. Döviz kuru 10 TL olursa yabancılar açısından fiyatı 10 dolar olacak; ucuzlayacak. Dolayısıyla döviz kurunun yükselmesi (TL’nın değer kaybetmesi) ihracatı artırıyor.
Ama kur artarken, Türkiye’nin üretim maliyetleri de artıyor. Taşıma maliyetleri, enerji fiyatları, üretimde kullanılan diğer girdilerin fiyatları ve benzer maliyetler de yükseliyor. Dolayısıyla, kurdaki artışın mallarımızı yabancılar açısından ucuzlatmasıyla sağlanan rekabet artışının bir kısmı, artan enflasyon ile ortadan kayboluyor.
Zamanın iki TCMB ekonomisti Hakan Kara ve Fethi Öğünç’ün 2008’de yayınladıkları bir çalışmanın sonuçlarına göre[3], 2001 krizinden önceki yüksek enflasyon döneminde döviz kurundaki %1’lik bir değişim enflâsyonu 0,6 puan etkiliyordu. Dalgalı döviz kuruna geçildikten sonra etki giderek azaldı ve 0,3 puana düştü. Daha sonra yapılan çalışmalar bu etkiyi yaklaşık 0.10-0,15 puan olarak hesapladılar.[4] 2018’den itibaren enflasyon tekrar yükselmeye başladı. Yeni çalışmalarda son zamanlarda etkinin 0.50 puana kadar yükselmiş olabileceği yolunda bulgular bulunmaktadır.
Diğer yandan, yüksek enflâsyonun yaşandığı bir ülkenin merkez bankası, ihracatı artırmak ve cari işlemler hesabını düzeltmek için parasını değersiz kılmaya çalıştığını açıklar ve enflâsyonun ancak cari işlemler düzeldikten sonra düşeceğini belirtirse, o ülkede “enflasyonun çıpası” kalmaz. Çıpası kopan teknenin nasıl açık denize doğru sürüklenmesi tehlikesi varsa, benzer biçimde enflasyon da sürüklenir. Böyle bir ortamda döviz kurundaki artışlar daha sık ve daha yüksek oranda enflasyona yansır. Kısacası, haydan gelen huya gider; kur artışıyla gelen rekabet avantajı artan maliyetlerle ortadan kalkar.
Kur artışının cari işlemler üzerine tek etkisi ihracat ile olmuyor elbette. İthalat yönünden de önemlidir. Kurun yükselmesi, doğal olarak ithalâtı da pahalılaştırmaktadır. Peki, bu durumda dış alım belirgin biçimde düşer ve cari açık azalır mı?
Kur artışının tüketim malları ithalatını azaltacağı açık bir gerçektir. Ancak ülke dış alımının ağırlıklı kısmı “ara malı (%75,2)” ve “yatırım malı (%14,6) ithalâtıdır. Bir diğer ifadeyle, yurt içinde üretilmediği sürece, üretim ve yatırım için bunların yurt dışından alınması gerekmektedir.
Peki bu durumda, yani ithalâtın pahalılaşması, en azından bunların bir kısmının yurt içinde üretilmesine (ikame edilmesine) yol açar mı? Açık ki bu yöntem bir çırpıda olacak şey değil; ancak yeni bir ekonomik program çerçevesinde yapılacak plânlamayla orta vadede ulaşılabilecek bir sonuçtur. Kaldı ki Türkiye için böyle bir planlama/program yok ve ülke “enerji ithalatçısı” konumundadır ( Son bir yıllık ülke ithalatı 40 milyar $ ve toplam ithalâtın yüzde15,2’si). Bir başka anlatımla, ithalâtın bu kısmı için kısa erimde yapılacak pek bir şey yoktur.
Enflâsyonu önemsemeyen, onun yerine ulusal parasına değer kaybettirmeye çalışan bir para politikasının uygulandığı ülkede, şirketler kesimi ile ülke hazinesinin “yabancı para cinsinden” önemli bir borcu varsa, o ülkenin riski artar. Çünkü yabancı para cinsinden olanların durumu, kurun sıçramasıyla önemli ölçüde bozulur. Durumu (“bilançosu” diye düşünebiliriz) bozulanın ödeme kabiliyetinin sorgulanacağı ve dolayısıyla riskinin artacağı açıktır. Riskin artması, borçlanma faizlerinin artması demektir. Döviz borçlularının durumu, bir de yüksek faizle borçlanmak zorunda kalmaları nedeniyle güçlü bir darbe yer. Sonuçta bu darbeyi yiyen şirketlerin “üretim ve istihdam düzeyleri” olumsuz etkilenir.
Öte yandan ülke hazinesinin darbe yemesi, bütçesinin bozulması demektir. Hazine, bir yandan “artan kur”, bir yandan “yükselen borçlanma maliyeti” nedeniyle diğer “bütçe kalemlerinden kısmak” zorunda kalır. Ya da “bütçe açığının giderek artmasına katlanmak” durumunda bulur kendini. İlki “kamuya daha az hizmet, daha az maaş artışı, daha az yatırım vb.” demektir. İkincisi ise, “daha yüksek risk, daha yüksek faiz, daha yüksek bütçe açığı” anlamına gelir. Yani, “yüksek risk-yüksek faiz-yüksek bütçe açığı-yüksek risk-yüksek faiz” sarmalı.
Riskin ve enflasyonun artması, öte yandan döviz ve altın talebini yükseltir. Bunların önemli bir kısmı ekonomik sisteme girmez; yastık altında tutulur. Yani, tasarrufların giderek artan bir kısmı bankacılık sistemine girmez. Girmediği için de bankaların kredi açabilecekleri kaynakları azalır. Zaten “tasarruf düzeyi düşük olan” bir ülke için bu önemli bir sorundur. Altın talebinin yükselmesinin altın ithalâtını artırarak, cari açığı yükselteceğini de not etmek gerekir.
Türkiye için konuya Devlet Hazinesi yönünden baktığımızda da, aşağıdaki iki olumsuz olgunun gerçekleştiğini görmekteyiz:
– Bilindiği gibi iç borç stokunun yaklaşık dörtte biri döviz cinsinden oluşmaktadır (32 milyar $). Faizlerin düşürülmesiyle $ başına 75 krş. yükselen kurlar, Ekim ayında döviz cinsi iç borcu bir anda 24 milyar TL. büyütmüştür.
– Bunun dışında merkezi yönetimin 112 milyar $ da dış borcu bulunmaktadır. 75 kuruşun bu borçtaki karşılığı da 84 milyar TL’dir. Sonuçta “iç ve dış borca binen kur yükü 108 milyar TL”yi bulmuştur. Alaattin Aktaş’in ifadesiyle “Merkez Bankası’nın Hazine’ye armağanı !!” olmaktadır.
Enflâsyonun giderek yükselmesiyle ücret, maaş ve gelirlerini en azından enflasyon kadar artıracak pazarlık gücü olmayan geniş halk kitlelerinin alım güçleri düşer. “Fakirleşme” artar ve “gelir dağılımı” bozulur.
Kur artışı nasıl girdi maliyetlerini yükseltip rekabet gücünü azaltıyorsa, alım gücünü desteklemek için (ya da seçim yaklaştığı için) yapılacak ücret ve maaş artışları da “gider üretim maliyetlerini yükseltir” ve ülkenin “rekabet gücünü törpüler”. O zaman da “şimdi biz neden kuru artırmaya çalıştık?” durumu oluşur. Kaldı ki bu ortamda “artan işsizlik” ve “hayat pahalılığı” nedeniyle salt “bayramlık ücret” ve “maaş artışlarıyla” yoksulluk önlenemez hale gelir.
Ne yazık ki mevcut koşullarda “cari işlemler fazlası vermeyi amaçlayan bir para politikası uygulamak” Türkiye’nin ekonomik sorunlarını ağırlaştırmakla eş anlamlı.
TÜRKİYE GİBİ ÜLKELERDE DÖVİZ KURLARINDAKİ DALGALANMALARIN TEMEL BELİRLEYİCİSİ
Konuyla ilgili iktisat kitaplarında yer makalelerin çoğunda dikkat çeken bir olgu var: Döviz arzını ve talebini belirleyen temel unsur “dış ticaret” değil “ülkeler arası sermaye hareketleridir”. Merkez bankalarının bankası durumundaki BIS (Uluslararası Ödemeler Bankası) verilerine göre, Nisan 2019’da dünyada sermaye hareketlerinden kaynaklanan döviz alım ve satımının “günlük ortalaması” 6,6 trilyon $’dır. Buna karşılık “2019 yılında ülkelerin toplam mal ve hizmet dış ticareti” 24,9 trilyon $’dır (Dünya Ticaret Örgütü/WTO verisi).
Farklı bir ifadeyle, sermaye giriş ve çıkışlarının yol açtığı dört günlük döviz ticaretinden kaynaklanan döviz hareketi, bir yıllık mal ticaretinden doğan döviz hareketinden fazla. Sermaye hareketlerinden kasıt ise şu: Falanca ülkenin tahvilini ya da hisse senedini alıp satmak, filanca ülkedeki mevduat hesabından para çekip bir başka ülkedeki hesaba para yatırmak, bir şirketin başka bir ülkedeki bir bankadan borç alması ya da daha önce aldığı borcu ödemesi ve benzerleri.
Döviz arzının ve talebinin ana belirleyicisinin “sermaye hareketleri” olması ise şu anlama gelmektedir: “Yurtiçi faiz ile yurtdışı faiz oranları arasındaki fark”, döviz kurundaki hareketler açısından çok önemli olmaktadır. Nedeni ise açık: Bu faizlerdeki değişiklikler şu ya da bu ülkenin tahviline, mevduatına ve benzerlerine olan talebini ve onların arzını değiştiriyor. ABD şirketinin hisse senedini satıp gidip Brezilya şirketininkini alabilmekte, ya da şirket olarak borçlanma davranışınızı değiştirebilmektesiniz. Faiz farklarının yanı sıra, ileride satın aldığınız tahvili ya da hisse senedini sattığınızda geçerli olacak döviz kuru da önemlidir. Öyle ya, sonuçta TL cinsinden tahvil satın alan bir ABD’li, eninde sonunda o tahvili sattığında eline geçecek liraları dolara çevirip ülkesine götürecektir. Bu nedenle aracı kuruma alım için verilen talimat anında, hem “işlem sırasında geçerli olan yurtdışı ve yurtiçi faizler”, hem de “ileride oluşması beklenen döviz kuru” da belirleyici olmaktadır.
Bu çerçevede, herhangi bir ülkede “döviz kurunun cari değerini belirleyen beş ana unsur” bulunmaktadır:
– Riskten arındırılmış yurtiçi faiz haddi,
– Yurtdışı faiz haddi (FED ya da Avrupa Merkez Bankası faizi diye okuyun –daha çok da ilki),
– Döviz kurunun ileride alacağı değer hakkındaki beklentiler,
– Ülke riski ve
– Uluslararası finansal piyasalarda risk alma iştahı.
Döviz kurunun “yarın yükseleceği beklenip bugün koşturup döviz alınıyorsa”, döviz talebi bugün artıyor. Çoğunluk böyle davranırsa kur bugün yükseliyor. Ya da “ülkenin riskini artıran ani bir gelişme”, o ülke cinsinden mali varlıklara olan talebi azaltıyor; o ülkenin tahvilleri ya da hisse senetleri satılıp dövize çevriliyor; sonuçta döviz kuru yükseliyor.
2008-2009 küresel finansal krizinde olduğu gibi “küresel risk alma iştahı” azalabilir. Çevre ülkelerin tahvillerinin, hisse senetlerinin cazibeleri kalmaz. Onlar bir an önce elden çıkarılıp güvenli limanlara doğru yelken açılır. Yine döviz kuru yükselir.
Böyle bakınca, neden ABD Merkez Bankası’nın (FED) bir faiz artırım sürecine girmesinin Türkiye, Brezilya ya da Güney Afrika gibi ülkeleri olumsuz etkilediği hemen ortaya çıkıyor. Zira ABD tahvillerinin cazibesi artarken, gelişmekte olan ülkelerin mali varlıklarının cazibeleri azalıyor. Ya da Temmuz-Ağustos 2018’de Donald Trump’un attığı tweetlerle Türkiye’yi tehdit etmesinin, neden anında döviz kurunu sıçrattığı rahatlıkla anlaşılmaktadır.
Bir ülke riskinin (CDS sayısının) yükselmesiyle, o ülkeye ait mali varlıklarının cazibesi azaltmakta ve döviz talebi artmaktadır. Ya da TCMB’nin 23 Eylül’de yaptığı toplantıda politika faizini bir puan indirmesinden, Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın Suriye’ye ilişkin açıklamasından bir gün öncesine kadar geçen on beş günlük dönemde, yarısı $ yarısı Euro’dan oluşan “döviz sepeti kurunun” TL karşısında neden yüzde 2,2 yükseldiği ortaya çıkmaktadır.
Yukarıda belirtilenler, döviz kurundaki hareketlerde “cari işlemler hesabındaki gelişmelerin” hiç önemi yok anlamına gelmemektedir. Önemi var da o önem, faiz farklılığı, risk ve ileriye ilişkin beklentiler yanında oldukça düşük düzeyde kalmaktadır. Bu çerçevede, TCMB’nin yayınladığı raporlarda ve karar metinlerinde ya da TCMB yetkililerinin yaptıkları konuşmalarda cari işlemler hesabını bu kadar ön plana çıkarmalarına anlam vermek oldukça zordur. Onun yerine enflâsyona ve enflâsyonu etkileyen ana unsurlara odaklanmaları çok daha yararlı olacaktır.
Diğer yandan, geniş halk kitlelerini cari işlemlerdeki gelişmeler ilgilendirmemektedir; onların temel derdinin “hayat pahalılığı” olduğunu bilmekteyiz.
Örneğin Kış gelmekte. Enerji fiyatları $ cinsinden zaten yükselmektedir. Bir de alınan “yanlış para politikası” kararlarıyla kuru sıçratırsanız, enerji maliyetlerini TL cinsinden katlanılamaz ölçüde yükseltmiş oluyorsunuz.
CARİ DENGEYİ YÖNETEREK ENFLÂSYONUN DÜŞMESİ OLASI MI?
TCMB’ce açıklanan Enflâsyon Raporu ve bununla ilgili Başkan’ın açıklamaları/sorulara yanıtlarına göre 2022’nin ikinci yarısı itibariyle enflâsyonda çözülme başlayacak ve fiyatlardaki artış hızı güç kaybedecektir. Böylece gelecek yılsonunda TÜFE yüzde 11,8’e inmiş olacaktır.
Kavcıoğlu’nun sorulara verdiği yanıtlardan anlaşıldığı kadarıyla bu gelişmenin iki nedeni bulunmaktadır: Öncelikle, “geçici” nitelik taşıyan küresel enflâsyonist baskılar geride kaldıkça enflâsyon da düşecek. Ardından da “cari dengenin iyileşmesi”, önce kurdaki baskı hafifleyecek, ardından da enflasyonu aşağı çekecektir.
Anlatılan plâna göre, “cari denge hedeflenmesi”, sadece yüz de 5 oranındaki TÜFE hedefine ulaşmak için kullanılacak bir “araç” konumundadır.
Bu bağlamda en başat konu “hedeflerin ulaşılabilirliği” olmaktadır. Günümüzde “cari dengeyi” tartışabiliriz. Ancak TÜFE hedefi çok uzakta kalmıştır. Gelecek yıl sonu TÜFE tahmini bile, yüzde 5’lik hedefin 4 puan üstündedir. Bu az bir fark değildir. Diğer sorun ise, Eylül 2023’e kadar hazırlanmış projeksiyon ufkunda, yüzde 5 hedefinin yer bile almamasıdır.
Cari dengenin “değişken ve devamlı bir akım” olduğu göz önüne alındığında, “sürekli bir cari denge iyileşmesinin” para politikası ile nasıl sağlanacağı bir “sorunsal” olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu sorunun ve bir kez cari dengenin eşit ya da pozitif olmasının kur üstünde kesin olumlu bir sonucunun olup olmayacağını da bilmemekteyiz. Bir diğer anlatımla, TL’nin cari dengeye vereceği tepki için kesin bir bilgimiz yoktur. Kaldı ki TL üstünden cari denge hesabı yapmak da olası değildir.
Gökhan Şen bunu 2018 ve 2019 yıllarında yaşananlarla örneklemiştir. Bilindiği gibi 2019 yılında ülkenin “cari fazlaya koştuğu” ve cari açığın hızla kapandığı görülüyordu. Sonuçta ülke “2019’da cari fazla” vermişti. Şen’e göre piyasanın bu gerçekleşmeyi “önden fiyatlaması” gerekirdi.
Halbuki bu dönemde, “reel politika faizi eksi olan Türkiye’nin ulusal parasının kuru, “gelişen ülkeler kümesinde” en büyük “değersizleşmeyi” göstermiştir. 2019’da da değer kazanmadığı gibi, TL reel olarak değer yitirmiştir. Bu yaşananlar bize, TL’nın cari dengeye vereceği tepkinin bilinmeyeceğini aktarmaktadır.
Diğer yandan, “kısa erimli kredi faizlerini indirerek uzun vadeli kredi faizlerini düşürmenin mümkün olmadığı” da açıktır. Çünkü uzun vadeli TL kredi olanağı çok sık rastlanan bir uygulama değildir. Bankalar bunu daha çok swap kanalıyla yaratıyorlar. Bu kanalın fiyatını da, “ülke riski ve enflâsyon” belirlemektedir. Bu bakımdan, “yatırımların artması ve devamında cari denge açığının üretimle kapanması” gibi bir matematik varsa, onun yolu da faizlerden pek geçmemektedir.
Söz konusu stratejinin uygulanması, cari açığı en az 5 yıl süreyle “sıfır” düzeyinde tutup, beklentileri tersine döndürerek, döviz fiyatını istikrara kavuşturmak; sağlam bir irade, mali disiplin, sosyal politika ve toplum dayanışması gerektirir. Bu bedenle bu stratejiyi hayata geçirmek “siyaseten çok zor” olup, “güçlü bir halk desteği” gerektirmektedir.[5]
Diğer bir konu da, bu tür “makro ekonomi” politikasındaki önemli değişikliklerin “kamuoyu desteği” ile altının doldurulmasıdır. Önceden bazı çalışmalar yapılmalı, bunlar kamuoyu ile paylaşılmalı, tartışılmalı ve sindirilmelidir. Ardından eğer öne sürülen fikir kabul görüyorsa hayata geçmelidir. Aksi halde, atılan adımlarda kamuoyu ve akademik desteğinin olmaması durumunda, uygulama değişiklikleri benimsenmemekte ve zemini sağlam olmamaktadır.
SONUÇ YERİNE
TCMB Başkanı’nın “cari fazla vererek kurlarda ve enflâsyonda denge bulacakları” sözleriyle ortaya konulan “TCMB’nın yeni stratejisinin” başat hedefi “enflâsyonun düşürülmesidir”. Plâna göre enflâsyon, önce 20’lere dayanacak ve gelecek yıl sonuna kadar da o seviyede kalacaktır. Ancak 2022’nin ikinci yarısı itibariyle çözülme başlayacak ve fiyatlardaki artış hızı güç kaybedecektir. Böylece gelecek yıl sonunda TÜFE yüzde 11,8’e inmiş olacaktır.
Ancak yeni politikanın ana hatları “sarih” bir biçimde ortaya konmuş değildir. Strateji ve uygulama politikaları tam anlaşılamadığı için de yatırımcı tercihleri, kredi politikaları ve tasarruf sahiplerinin davranışları, yüksek enflâsyon ortamının süreceği senaryoya göre şekillenmeye devam etmektedir. “Beklenti kanalının ve gerçekleşmelerin TCMB mesajlarına yakınlaşmaması”, bizatihi politikanın başarısız olması riskini artıran unsurlardır.
İşin bir diğer yanı da, yani TCMB faizi indirip kuru artırmakla, bırakın vatandaşın ve şirketlerin cebinden aldığını, Hazine’nin cebinden de 108 milyar TL almış oldu. Bu para sonuçta yurttaşların ve “vergi ödeyen” şirketlerin cebinden çıkacaktır.
Dış borç ve dışa bağımlılığı çok yükselmiş, çift sayılı enflâsyon yaşayan ve işsizlik oranı da bugüne kadar görmediği sayılara yükselmiş bir ülkede “düşük faiz politikası” uygulanması, “kredi erişimi” olup da “negatif reel faizle” kredi kullanan firmaların istihdamı, geniş kitleleri bünyelerinde barındıracaksa, ancak o zaman çekilen bu “finansal çile” son bulacaktır.
Hayat olağan akışında akacaksa ve bu kadar istihdam mümkün olmayacaksa, kurun ve faizin seviyesi bu ülke yurttaşlarını ister istemez rahatsız edecektir. Çift haneli dolar kuru, çift haneli enflâsyona kim (gerçek veya tüzel) dayanabilir? Söz konusu belirsizlik ve sıkıntılara günümüzde bir de, dışa bağımlılığı nedeniyle döviz kurlarındaki yükselişe karşı “elâstikiyeti azalmış” dış ticaret yoluyla “cari işlemler açığının kapatılması” stratejisini eklerseniz, bunun adına “oyalama”, “algı bükülmesi” derler.