Nilüfer ALTUNKAYA
EMPERYAL ADALET
Suriye iç savaşının yakın coğrafyada en somut etkisi gittikçe farklı boyutlar kazanan mülteci sorunu oldu. Zor koşullar altında yaşamlarını sürdürmeye çalışan bu savaş mağduru insanlar daha iyi bir yaşam sürmekten ziyade; güvenlik, beslenme, barınma, sağlık gibi temel ihtiyaçlarını karşılama arayışındalar hâlâ.
Suriyelilerin yine önemli bir bölümü kamplardansa son derece zor koşullarda büyük şehirlerde ya da en çok göç alan güney illerimizde kendi imkânları ile yaşamaya çalışıyor. Kampların dışında yaşayan Suriyelilerin sayısı ise net olarak bilinemiyor.
Suriye iç savaşı patlak verdiğinde mülteci sorununun bu boyutlara ulaşacağı tahmin bile edilmemişti. Çünkü savaşın bu kadar uzun süreceği mevcut hükümet tarafından hiç mi hiç beklenmiyordu. Savaş uzadıkça dış politika seyrimizi belirleyenlerin mikro hesapları makro hesaplarına fena karıştı. Uyanıp uyandığımızda büyük düşmanımız Esad gidiverecekti! Bölgede dengeyi ve huzuru sağlayacak olan kahraman biz (biz derken, kimi kastettiğimiz belli) olacaktık! Sonra da Ortadoğu’ya hükümdar olacaktık nerdeyse! Ama olmadı.
Bir de baktık ki bütün bunlara heves edenler yani dış politikayı çocuk oyuncağına çevirenler, olası kitlesel akın adına en ufak bir hazırlık yapmamış. Bir öngörüleri bile yokmuş.
Diğer yandan Suriye iç savaşı yıllardır kaynayan kazan olan Ortadoğu’da kapanmaz yaralar açarken ABD’nin bölgeye yönelik hesaplarını da güncellemesine neden oldu. Değişen dengeler şimdi Rusya’nın da masaya oturmasıyla yeniden kurulmaya çalışılacak.
Emperyal anlayış bölgede yeniden bir istikrar(!) ve barış ortamı sağlamak adına kolları sıvayacak. Yaşasın Emperyal adalet!
RAKAMLAR VE MÜLTECİLERİN STATÜSÜ
Emperyalist politikaların yarattığı dram Ortadoğu’da bitmez savaşların asıl sebebi olarak hep başucumuzdayken, mülteci gerçeğine daha yakından bakmak ve yaşanılan dramlarla yüzleşmek kaçınılmaz bir hal almıştır.
Bugün Suriye iç savaşının insanlık tarihinin tanık olduğu en büyük zorunlu iç ve dış göçe neden olduğunu biliyoruz. Savaştan doğrudan etkilenen Suriyelilerin sayısının 10 milyonu geçtiği belirtilmekte. Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği Suriyeli mültecilerin sayısının 4 milyon 13 bine ulaştığını, ülke içinde evlerini bırakıp başka yere göç etmek zorunda kalanların sayısının ise 7,6 milyonu bulduğunu açıkladı, geçtiğimiz temmuz ayında.
Aynı açıklamada Türkiye’deki Suriyeli mülteci sayısının da 1,8 milyonu aştığı belirtildi. Suriye’ye komşu Lübnan, Ürdün, Irak da en çok mülteci göçünün yaşandığı ülkelerden oldu.
Bunun yanı sıra ülkesini savaş koşulları nedeniyle terk eden mültecilerin %75’ini kadın ve çocukların oluşturduğunu biliyoruz.
Bunlar istatiksel veriler, sadece soğuk rakamlar.
Ama bir de sıcak gerçekler var. Mesela başlangıçta insani gerekçelerle ülkemize kabul edilen mültecilerin hukuki statüsü belirsizliğini koruyor. Nerden bakarsak bakalım ülkemizdeki Suriye vatandaşlarının “uluslararası koruma statüleri”nden yararlanmamaları adına kurumsal bir çaba sarf edildiğini söyleyebiliriz.
22 Ekim 2014 tarihli “Geçici Koruma Yönetmeliği” eğitim, sağlık, iş, barınma gibi ihtiyaçları kapsarken bu yönetmelikte “kitlesel akın, bireysel olarak uluslararası koruma statüsü belirleme işlemlerinin usulen uygulanabilir olmadığı durumlar” olarak tanımlandı.
MÜLTECİ OLMAK YA DA OLMAMAK
Peki, bunlar sadece hukuki ayrıntılar mıdır yoksa sorunun bu hale gelmesindeki anlayışın sonucu mudur? Ya da ilk zamanlarda canını kurtarmak için ülkemize sığınan mültecilerin şimdi can havliyle kaçmaya çalıştığı bir ülke haline gelişimizin sebebi midir?
Sorular çoğaltılabilir…
Acaba kaçımız Bodrum’da sahile vuran Aylan Bebek’in fotoğrafını sosyal medyada paylaşmadan önce otogarlarda, istasyonlarda Suriyeli ailelerin yanından tekme atar gibi geçip gitmedik? Mesela yoğun göç alan şehirlerimizde şiddete varan bir hor görüyle davranmadık mı onlara? Suriyeli olmak olgusunu artık günlük hayatında hakaret niyetine kullanmayan kaç kişi kalmış olabilir aramızda?
Eğer yeterince çabalasaydık her şey daha farklı olabilirdi.
En azına razı olan bu insanlara güya yardım eli uzatırken epeyce yüksekten bakmasaydık keşke. Hükümetin oradaki savaşı körüklediğini unutup ahkâm kesmeseydik keşke.
Konformist alışkanlıklarımıza gömülerek bu kadar vicdanlı(!) davranmasaydık keşke.
Yeni bir başlangıç uğruna, yeni bir yaşam uğruna yollara düşen, sınırlar geçip, ülkemize sığınan savaş mağduru bu insanlara hiç değilse biraz daha insancıl davranabilseydik keşke.
Keş-ke!
Suriyeli mülteci krizinin çözümü sadece komşu ülkelerin sorunu değil, uluslararası bir sorundur demek, ayıbın(m)ızı örtmeye yetmeyecektir. Mülteci krizi siyasi, sosyolojik, ekonomik kültürel boyutları olan, nur topu gibiyken çığ gibi büyüyen bir sorundur, evet. Ama hepsinden önce bir insani sorundur. Şimdiden Batı Medeniyeti’nin de sınıfta kaldığı acı bir sınav olarak tarihe geçmiştir.
Edirne’ye yürüyerek ulaşan, günlerdir Avrupa’ya geçebilmek ümidiyle meydanlarda, yol kenarlarında, parklarda bekleyen mültecilere kocaman bir özür borçluyuz. Biz, hepimiz!
Yapabilecekken yapmadıklarımız için.
Mülteci olmak her şeyden önce sonsuz bir bekleyiştir.
Yollar yürümekle aşınmaz, demenin çaresizliğidir, mülteci olmak.
Ölü dalgalar olup kıyılara vurmak pahasına insanlık dışı koşullarda denizaşırı bir yolculuktur.
Mülteci olmak, yaşamda kalmak adına son bir ümittir. Biz onların bu ümidini kırdık