İnsanlık, 21. yüzyıla, herkesin tüm temel ihtiyaçlarının karşılanmasını mümkün kılabilecek düşünsel, bilimsel ve teknolojik birikimle girmiştir. Tüm insanların bu birikime erişmesi, ondan faydalanması ve ona katkıda bulunması mümkündür. Ne var ki, üretim araçlarının özel mülkiyetine dayanan kapitalist sistemde bu bilimsel ve teknolojik birikim büyük sermaye sahiplerini daha da zenginleştirmenin, geniş kitleleri ise yoksullaştırmanın ve sisteme bağımlı kılmanın aracı olarak kullanılmaktadır. İnsanlığın geleceğini ilgilendiren kararlar, kâr etme güdüsüyle toplumsal ve doğal kaynakları sömüren küçük bir azınlık tarafından alınmaktadır. Dünya nüfusunun ezici çoğunluğu sefalet koşullarında çalışmak ile işsiz kalmak arasında tercihe zorlanmaktadır. Oysa, bilim ve teknolojinin gelişmişlik düzeyi sayesinde, zorunlu çalışma saatleri en aza indirilebilir, yıpratıcı fiziksel ve zihinsel işler makinelere yaptırılabilir, herkesin yaratıcılık kapasitesi toplumsal çıkarlar doğrultusunda harekete geçirilebilir.
Günümüzde, üretim araçlarının gelişmişlik düzeyi, sosyalizmin ve dahası sınıfsız toplumun ön koşullarını sağlamaktadır. İnsanlık, kapitalist sistem tarafından mahkûm edildiği barbarlıktan kurtulmanın olanaklarına sahiptir. İşçi sınıfının ve onunla birlikte insanlığın nihai kurtuluşu hedefine, ancak dünya devriminin gerçekleştirilmesiyle, sosyalizmin dünya ölçeğinde kurulmasıyla ulaşılabilir. Bu hedef doğrultusunda, her ülkenin komünistlerinin ilk görevi, kendi ülkelerindeki devrim mücadelesinin başarıya ulaşmasını sağlamaktır. Farklı ülkelerin işçi sınıfları arasındaki mücadele bağlarını güçlendirmekse, uzak bir geleceğin değil, bugünün görevidir.
Kapitalizm, doğası gereği sürekli bunalım yaratan bir sistemdir. Ancak kapitalist sistemin bunalımları, onun kendiliğinden yıkılacağı anlamına gelmemektedir. Dünya kapitalist sisteminin yıkılışı ve insanlığın kurtuluşu emekçilerin sosyalist iktidar mücadelesiyle gerçekleşecektir. Sermaye sahipleri, kapitalizmin bunalım dönemlerini, işçi sınıfının haklarını bu sınıfın elinden almanın, sömürü oranlarını yükseltmenin, emekçileri örgütsüzleştirmenin ve yoksullaştırmanın bahanesi olarak kullanmaya çalışır. İşçi sınıfının güçlü bir özne olarak siyaset sahnesinde yer almadığı koşullarda kapitalizmin bunalımları emekçiler için yıkıcı sonuçlar doğurur.
Günümüzde dünya kapitalist sistemi, ekonomik, siyasal, ideolojik, toplumsal ve ekolojik boyutlarıyla bütünsel bir bunalımın içindedir. Kâr bölüşümü ve pazar hakimiyeti için büyük tekellerin ve onların temsilcisi kapitalist devletlerin rekabeti şiddetlenmektedir. Bu rekabet sonucunda, sömürü oranı daha önce görülmemiş düzeylere ulaşmakta, dünya işçi sınıfının tümüne yönelen saldırı işçi sınıfının tarihsel kazanımlarını, temel insan ve yurttaş haklarını ortadan kaldırmaktadır. Emekçilerin mücadelelerinin etkisini taşıyan sosyal devlet uygulamalarının yok edilmeye başlandığı 1980’li yıllardan bu yana, toplumsal eşitsizlikler giderek derinleşmiş, sosyalist ülkelerin dağılmasıyla emperyalist-kapitalist saldırganlık dizginlerinden boşanmıştır. İktisadi boyutunun yanı sıra, bölüşüm ilişkileri gibi siyasetin asli konularında emekçilerin karar alma süreçlerine katılımını engelleyen bir devlet ve toplum modeli olan neoliberalizm, işçi sınıfını sosyal haklarından mahrum bırakmış, örgütsüz kılmış; işsizliği, yoksulluğu ve güvencesizliği beraberinde getirmiştir. Burjuva demokrasisinin olağan unsurları dahi sermaye sınıfına fazlalık gelmeye başlamış, halkın siyasete katılımının başta otoriterleşme olmak üzere birçok yolla engellenmesi için adımlar atılmıştır. Kapitalist sistem, geniş kitleleri kucaklayan, birleştirici ideolojiler üretme yeteneğinden yoksun durumdadır. Sömürü düzeni tüm dünyayı barbarlık koşullarına çekerek varlığını sürdürmeye çalışmaktadır.
Bugün kapitalizm varlığını, ayrıştırıcı ideolojilere ve baskıcı yönetim biçimlerine başvurarak korumaya çalışmaktadır. Toplumsal bölüşüm ilişkilerinin ve sınıf eşitsizliklerinin siyasetin konusu olmaktan çıkarılmasıyla, kimlik ve kültür alanlarına indirgenen siyasal ayrımlar, sermaye sınıfı tarafından egemenliğini sürdürmenin araçları olarak kullanılmaktadır. Böylece tüm dünyada ırkçı, dinci gerici, faşist siyasal akımlar güç kazanmakta, sömürüye karşı ortak çıkarlara sahip olan emekçiler karşı karşıya getirilmektedir. Kimlik ve kültür alanlarına sıkıştırılan siyaset, bu yolla kapitalist sömürüyü perdelemekte, ortak çıkarlara sahip olan toplum kesimlerinin bölünmüşlüğü, baskıcı rejimlerin kurulmasını kolaylaştırmaktadır.
Sosyalist ülkelerin emperyalist saldırganlığı dizginlediği dönemin son bulması, istikrarlı bir “yeni dünya düzeni” getirmemiş, aksine bölgesel hegemonya arayan güçler arasındaki rekabet yükselmiştir. Emperyalist ve kapitalist devletler, bir yandan kendi sermaye sınıflarının dünya ölçeğindeki hammadde kaynakları ve pazarlar üzerindeki denetimini artırma mücadelesini yürütürken, farklılaşan ittifak ve bloklaşma ilişkileri içinde karşı karşıya da gelebilmektedirler. Silahlanma yarışının körüklenmesini, savaşların ve iç savaşların çıkarılmasını, etnik, ulusal ve dinsel gerilimlerin kışkırtılmasını içeren bu mücadeleler, aynı zamanda halkları aldatmanın ve baskı altına almanın araçlarıdır. Kapitalist devletlerin herhangi bir emperyalist ülke ya da bloktan şu ya da bu ölçüde bağımsız politikalar izleyebilmeleri, sermayenin uluslararası niteliğini ve bundan kaynaklanan bağımlılık ilişkilerini ortadan kaldırmamaktadır. Bu nedenle, günümüzde, anti-kapitalizmi içermeyen bir anti-emperyalizm başarısızlığa mahkûmdur. Dünya emekçi sınıfları, emperyalist merkezlere karşı olduğu kadar, emperyal emeller taşıyan güçlere karşı da yurtsever tutumlarını ve bağımsızlıklarını korumalıdır.
Yerküremiz bugün ciddi bir ekolojik bunalımın içindedir. 20. yüzyılın ikinci yarısından başlayarak kendisini hissettiren ve 21. yüzyılda kaçınılmaz bir gerçeklik olarak önümüzde duran doğanın tahribatına karşı işçi sınıfı mücadelesi ekolojik bir konum almak durumundadır. Kapitalizm, kâr odaklı ve sermaye birikimine dayalı, büyüme ya da yok olma ikilemine hapsolmuş bir sistemdir. Kapitalizmde amaç, toplumun ihtiyaçlarını karşılamak değil sürekli daha fazla meta satarak kârı artırmaktır. Sonsuz büyüme isteği, aşırı üretimi körüklemekte, doğanın sınırlı kaynaklarını geri dönüşsüz biçimde tüketmekte, bugünün ve gelecek kuşakların yaşam olanaklarını tehlikeye atmaktadır. Kapitalizm emeği sömürdüğü gibi doğayı da sömürmekte, sermaye yarattığı devasa israfla yıkıcı bir nitelik taşımaktadır. Sanayi Devrimi’nden bu yana kapitalist etkinliklere bağlı aşırı kaynak tüketimi, ormansızlaşma, fosil yakıt kullanımı, karbon salımı vb. olguların, küresel iklim değişikliği, çevre kirliliği gibi yakıcı sorunlara yol açtığı görülmektedir. Sermaye kendi mantığıyla işlediği sürece gelecekte insanlığı açlık, susuzluk, çölleşme, tarım alanlarının ve pek çok canlı türünün yok olması, buzulların erimesiyle sular altında kalacak kentler, kitlesel göçler ve kaynak savaşları beklemektedir. Kapitalizmin akıldışılığı ve sürdürülemezliği ortadadır. Doğa tahribatının geri döndürülmesi için yalnızca sistem içi tasarruf önlemleri aramak ya da yeni teknolojik ilerlemelere bel bağlamak sorunları yamalarla geçiştirmeye çalışmaktan başka bir anlama gelmemektedir. Emeğin kurtuluşu ile doğanın kurtuluşunun yolu toplumun ihtiyaçlarını temel alan sosyalist bir düzenin kurulmasından geçmektedir.
Türkiye, kapitalistleşme ve burjuva devrimi süreçlerinin özgün örneklerinden birini temsil etmektedir. Yarı-sömürge Osmanlı düzeninin çöküşünün, paylaşım emeliyle atıldığı emperyalist savaşla birlikte kesinleştiği ve emperyalist işgalle kesiştiği bir uğrakta yükselen burjuva devrimi, bir yandan gerici saltanat ve hilafet rejimine karşı, bir yandan da emperyalist işgale karşı mücadele yürütmüştür. Osmanlı egemenliğinin son yüzyılında başlamış olan kapitalistleşme ve modernleşme süreci, asker ve sivil kökenli Osmanlı aydınlarının muhalefetinde kendi siyasal temsilcisini bulmuştur. 1908 ile birlikte giderek etkinliğini artıran muhalefet, Osmanlı hanedanının emperyalist işgale bütünüyle teslim olması ve emperyalizmin işbirlikçisine dönüşmesi sonucunda radikalleşmiş ve yoksul halkın işgale karşı direnişi ile birlikte süreç önce Kurtuluş Savaşı’na, ardından da 1923’te Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşuna evrilmiştir.
Hem tarihsel gelişim sürecinin evrensel mantığı, hem de Türkiye’ye özgü siyasal ve ideolojik süreçlerin niteliği açısından bir burjuva devrimi olarak değerlendirilmesi gereken bu dönüşüm, Osmanlı düzeni ile emperyalist işgale karşı mücadele verdiği ölçüde ilerici ve aydınlanmacı bir karakter edinmiştir. Bu anlamıyla, Türkiye’de Cumhuriyet rejiminin kuruluşu ilerici bir niteliğe sahiptir. Ancak 19. yüzyıl Osmanlı aydınlarının ve Cumhuriyet’in kurucu kadrolarının ilericiliği, sermaye sınıfının çıkarlarını aşan ve kapitalizmin ötesine geçen bir nitelik taşımamıştır. Burjuva devrimlerinin evrensel mantığına uygun biçimde, Türkiye’deki sermaye egemenliği de kurtuluş ve Cumhuriyet’in kuruluş yıllarında ortaya çıkmış olan ilerici ve aydınlanmacı niteliklerin hızla terk edilmesine, Türkiye’nin gerici ve işbirlikçi rotaya döndürülmesine yönelmiştir. Siyasal ve toplumsal yaşamın gericileştirilmesi, giderek Cumhuriyet’in tasfiye edilmesi, bir sapma veya sürpriz değil, kuruluşta yatan kapitalist mantığın mümkün kıldığı sonuçlarındandır.
Türkiye’de, 19. yüzyılda başlayan ve 1923’te Cumhuriyet’in ilanıyla sıçrama yapan burjuva modernleşme süreci ülkemizdeki ilerici siyasal ve toplumsal mücadelelerin önemli kaynaklarından biri olmakla birlikte, tek ve birincil kaynak değildir. Yine Osmanlı düzeninin son yüzyılında ortaya çıkan, 1920’de Türkiye Komünist Partisi’nin kuruluşuyla örgütlü hale gelen, tüm Cumhuriyet tarihi boyunca ülkenin gelişiminin ve ilerlemesinin öncü gücü olan sol/sosyalist düşünce ile işçi sınıfının mücadelesi, günümüzde de ilerici siyasal ve toplumsal mücadelelerin başta gelen kaynağı ve zeminidir.
Türkiye, orta gelişkinlikteki kapitalist bir ülkedir. Kapitalist üretim ilişkilerinin egemen olduğu ülkemizde, nüfusun büyük çoğunluğunu, yaşayabilmek için emek güçlerini satmak zorunda olanlar ile işsizler ve aileleri, yani işçi sınıfı oluşturmaktadır. Egemen sınıf ise, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan bu yana tüm iktidarlar tarafından çıkarları temsil edilen sermaye sahipleri sınıfıdır. Kapitalizm öncesi döneme ait üretim ilişkilerinin, sınıfların ve ideolojilerin kalıntıları süreç içinde ya tasfiye edilmiş ya da kapitalist yeniden üretim ilişkilerinin ayrılmaz birer parçasına dönüşmüştür. Günümüz Türkiye’sindeki tüm sömürme-sömürülme, ezme-ezilme ilişkilerinin temelinde, üretim araçlarının özel mülkiyetine dayalı kapitalist üretim tarzının egemenliği bulunmaktadır. Dolayısıyla, Türkiye’nin toplumsal kurtuluşu, ancak sosyalist bir siyasal devrimle ve bu devrimin ardından üretim araçlarının özel mülkiyetine son verilmesiyle, merkezi, planlı ve kamucu bir ekonomiyle, yani sosyalizme geçişle mümkündür.
Türkiye kapitalizmi, dünya kapitalist sisteminin bağımlı bir üyesidir. Bağımlılık, dışsal zordan çok çıkar ortaklığına dayanmakta, Türkiye sermaye sınıfının ihtiyaçlarıyla örtüşmektedir. İktidarların zaman zaman emperyalizmin güncel politikalarıyla çelişen tercihlerde bulunabilmesi, Türkiye kapitalizminin iktisadi, siyasal ve askeri açılardan emperyalizme bağımlı olduğu gerçeğini değiştirmemektedir. Diğer yandan, işçi sınıfımızın ve halkımızın kurtuluşunu emperyalizm içi bloklaşmalarda aramak, sermaye egemenliğinin sürmesine katkıda bulunmaktan başka bir anlama gelmeyecektir.
Türkiye’de toplumsal muhalefetin temel gücü, olanca bölünmüşlüğüne karşın, işçi sınıfıdır. Beyaz yakalı-mavi yakalı, kafa emekçisi-kol emekçisi, sanayi işçisi-hizmet işçisi, kent emekçisi-kır emekçisi, sendikalı-sendikasız, kadrolu-sözleşmeli-taşerona bağlı çalışan, kamu çalışanı-özel sektör çalışanı, tam gün çalışan-yarı zamanlı çalışan, işyerinde çalışan-evde çalışan, yüksek ücretli-düşük ücretli, fiilen çalışan-işsiz-emekli vb. gibi kesimler, yaşayabilmek için emek güçlerini satmak zorunda olan ve temelde ortak çıkarlara sahip tek bir sınıf oluştururlar. Emekleriyle geçinip onurlarıyla yaşamaktan başka bir şey istemeyenlerin ortak çıkarı, sermaye egemenliğine son verilmesindedir. Bu bilincin yaygınlaşmasının yolu, işçilerin ortak mücadele ve dayanışma pratiklerinin geliştirilmesinden ve güçlendirilmesinden geçmektedir.
İşçi sınıfının gerçek birliği ise ancak sermaye egemenliğine karşı yürütülecek olan ortak siyasal mücadeleyle sağlanabilir. Partinin görevi, işçi sınıfının siyasal ve ideolojik bağımsızlığını korumak ve devrimin işçi sınıfının eseri olmasını sağlamaktır. Bu anlamıyla öncülük görevi, sadece devrim öncesinde değil, sosyalist kuruluş sürecinde de gerekliliğini koruyacaktır. İşçi sınıfı, devrim ve kuruluş süreçlerinde, sermaye sahipleri ile onların doğrudan işbirlikçileri dışındaki tüm halkın çıkarlarının temsilciliğini üstlenecektir.
Kapitalist meta üretiminin ve sömürü ilişkilerinin tümüyle egemen hale gelmesiyle birlikte geçmişte farklı çıkar ve taleplere sahip olabilen halk kesimleri ile işçi sınıfının çıkarları, sermaye egemenliği karşısında ortaklaşmıştır. Dolayısıyla, işçi sınıfı, sosyalist devrim mücadelesinde halk kesimlerini yanına çekmeli, halk kesimlerinin taleplerini kendi çıkarlarıyla bütünleştirmeli ve devrimci bir halk hareketi yaratmalıdır. Bu anlamda, Türkiye’nin devrimi işçi sınıfının siyasal ve ideolojik öncülüğünde halkçı bir karakter taşıyacaktır.
Türkiye’nin devrimi, sosyalist siyasal öznenin tüm toplumsal muhalefet dinamiklerini kendi bünyesinde birleştirerek tekleşmesi yoluyla gerçekleşmeyecektir. Sermaye egemenliğinin yaratmış olduğu sayısız toplumsal sorun, özel mücadele gündemlerine sahip olan toplumsal hareketlerin ve öznelerin varlığına yol açmıştır. Türkiye’nin tüm temel sorunlarının gerçek çözümünün sosyalizmde olması, bu hareket ve öznelerin meşruluğunu ve varlık zeminini ortadan kaldırmamaktadır. Bununla birlikte, söz konusu hareket ve mücadelelerin işçi sınıfının iktidar yürüyüşüne katılmaları ve Türkiye devriminin parçası haline gelmeleri vazgeçilmez bir ihtiyaçtır.
Kapitalizm altında ekonomik, sosyal ve kültürel hakların kazanılması için yürütülen güncel mücadeleler ile bir bütün olarak kapitalist-emperyalist sistemin aşılarak sorunların çözümünü hedefleyen bütüncül ve devrimci hedefler birbirlerinin ayrılmaz parçasıdırlar. Türkiye İşçi Partisi, emekçilerin çalışma saatleri, istihdam, ücretsiz eğitim, sağlık ve barınma hakkındaki talepleri ile sosyalizm mücadelesini birbirine bağlayan bir yaklaşımla mücadele eder.
TİP, 10 Eylül 1920’de kurulan Türkiye Komünist Partisi’nden başlayarak Türkiye sosyalist hareketinin tüm siyasal ve örgütsel birikimini ve Türkiye’deki devrimci gelenek ve değerleri sahiplenir ve kendisine rehber edinir. TİP ayrıca, uluslararası komünist hareketin evrensel birikiminin Türkiye’deki parçasıdır. Marksizm-Leninizmi rehber edinen TİP, sosyalist hareketin tarihini eleştirel bir bakış açısıyla sahiplenir ve sosyalist hareketin devrimci bir zeminde yeniden kuruluşunu temsil eder. Sosyalist hareketin devrimci bir temelde yeniden kuruluşu hedefi, Türkiye’nin sosyalist birikiminin devrimci bir program ekseninde birliğinin sağlanmasını da içerir.
TİP, devrim mücadelesinin farklı araç ve yöntemlerinden hiçbirine mutlaklık atfetmediği gibi hiçbir araç ve yöntemi önsel olarak reddetmez. TİP’in mücadele araçlarına yaklaşımını belirleyen ilke, işçi sınıfının çıkarları ile uyumu ve devrim mücadelesine katkısıdır. Parti herhangi bir mücadele aracı ya da yöntemiyle ilgili kararını işçi sınıfının siyasal mücadeleye katılımını artırma, sosyalist iktidar mücadelesinde yeni mevziler kazanma, kısacası devrimci mücadeleyi güçlendirme perspektifine dayalı olarak alır.
TİP, parti içi yaşam ve işleyişte Marksist-Leninist bir ilke olan demokratik merkeziyetçiliği uygular. Katılım, şeffaflık, siyasallık, hesap sorulabilirlik, kurullu ve kurallı çalışma, demokratik merkeziyetçiliğin olmazsa olmazlarıdır. Parti içi yaşamı ve işleyişi düzenleyen tüzük bu yaklaşım doğrultusunda oluşturulur. Tüzük, parti içi yaşamın ve işleyişin tüm üyeler için bağlayıcı olan kurallara dayalı olarak düzenlenmesinin ve korunmasının başlıca güvencesidir. Öte yandan, devrimci bir partinin iç işleyişinin sadece tüzük maddeleriyle korunamayacağı açıktır. Devrimci yaşam tarzı, işçi sınıfının kurtuluş mücadelesine adanmışlık, yoldaşlık hukuku, sosyalist bilinç ve özveri, sağlıklı bir iç işleyişin zorunlu unsurlarıdır.
TİP, dünya komünist ve devrimci hareketinin tüm birikimini ve deneyimlerini sahiplenir. Başta 1917 Ekim Devrimi ile Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği deneyimi olmak üzere, sosyalist ülkelerin varlığının emekçi sınıflar için eşsiz kazanımlar yarattığını savunan TİP, dünya üzerindeki sosyalizm deneyimlerinin sonuçlarının değerlendirme ve bu değerlendirmeden dersler çıkarma görevlerini üstlenir.