Şöyle derinden bir iç çekip de “Türkiye bu bataktan nasıl çıkar?” diye sorduğunuzda elbette “nesi var ki memleketin?” diyenler olacaktır.
Önce onlara dertlerden birkaçını sayıp sonra devam edelim:
-Bu yer kürede dostundan çok düşmanı vardır.
-Bilmem kaç yıldır bilmem kaç cephede ufaktan ufaktan savaşıyoruz ki bir gün işin nerelere varacağı meçhul.
-Kendi kendini besleyemiyor, bir yerlerden parayı bulup alamazsak yarın külliyen açız.
-Oradan buradan gelmiş bir beş milyon kadar “zorunlu misafir”e bakmak durumundayız ki kimsenin geri gideceği de, onları geri gönderme düşüncesi de yok gibi.
-Turizm bitik, batılıların ayağı kesildi, gelen genellikle Ortadoğulu, afrikalı
-Yabancı sermaye buradaki payını sattı mı arkasına bakmadan kaçıyor, yenisi gelmiyor
-Yerli sermaye ve biraz becerikli varsıllar kapağı dışarıya atmakta
-Dış borcumuz başka ülkelere kıyasla aman aman büyüklükte olmasa da cari fazlamız olmayınca bu borcu bile çevirme imkanımız yok
-Ne Merkez Bankası’nda, ne Hazine’de ne kamu bankalarında mecal kalmamış. Bir zamanlar 10 sente muhtaçken şimdi onu bile arıyor, “Eksi döviz rezervi” gibi daha kötüsüyle, o durumun da altında bir garabetle tanışmış bulunuyoruz.
-“Yap İşlet”, “Üzerine al sana bir de garanti” modeli üzerinden daha uzun yıllarca bir yerlerden bulup buluşturulup birilerine milyar dolarlar ödenecek
-Eğitim konusu tam bir perişanlık.
Bakın sokak röportajlarına, görün yeni yetişenlerin yürekler acısı durumunu. Hindistan’ın mı yoksa Mars’ın mı daha yakın olduğunu bilememek ne kelime, kerrat cetvelini bilmeyen ama kendisine referandumlarda anayasal sistemin ne olacağı danışılan bir nesil yetişti.
-Ekonominin çarkları dönmüyor, sermaye tükendi, üretim imkan ve hevesi kalmadı, sanayici teslim, esnaf bitik.
-İşsizlik ve özellikle gençlerdeki işsizlik almış yürümüş. İşi olanlarınki de aslında iş değil “meşguliyet”. Kim “ne iş bulabilirse” onu yapmaya çalışıyor.
-Yoksulluk diz boyu; on milyonlarca insan devletin, belediyelerin, onun bunun yardımıyla yarı aç yarı tok geçinmeye çalışıyor.
-İcra dosyaları dağlar gibi. Piyasada elini veren kolunu kurtaramıyor. Senet-sepet temenni kabilinden.
-Yurttaşın banka kredisi, kredi kartı gibi borçları ödenebilir olmaktan çoktan çıkmış.
-Bütçe açığı dağlar gibi. Bu açık hangi vatandaşın hangi kazancından alınacak vergileriyle ve nasıl kapanır bilinmez.
-Kamu görevlilerinde liyakat arama. Aranan vasıf; hangi tezgahtan gelinip kimlerden olunduğu ya da “ümmilik” yani vasıfsızlıkta hangi mertebede olunduğu…
-Medya mafiş, Meslek odaları, Sivil Toplum Kuruluşları baskı altında. Şimdilik tabelasını kurtaran kahraman sayılıyor.
-“Mevzuat” denen “kanun-kural” oturmamış ya da hop oturup hop kalkıyor. Akşam akla gelen sabah kanun olabiliyor. Bugün yazılan yarın bozulabiliyor.
-Tarikatlar protokollarda, şeyhler şıhlar kol geziyor. Fütursuzluğun bini bir para.
-Memleketin en az yüzde kırkı hala olan bitenden ve dünyadan bihaber ve “bundan iyisi, Şamda kayısı” diyor da başka bir şey demiyor. Hani Şair Hayali’nin dediği gibi “Ol mahiler (O balıklar) ki derya içre (denizin içinde) yüzerler de deryayı bilmezler” durumunda.
Peki, bu halk kendini ortaçağ bataklığına saplanmaktan nasıl kurtaracak?
Halkımız acaba ne zaman bu vurdumduymazlığını ya da yanlışlarını farkedecek ve bu sefer kimin peşinden giderek bir şeyler yapmaya çalışacak?
Gerçi “kimin” ve “nasıl”ın cevabı pek ortada yok ama, cevaben söylenenlere bakılırsa “bir dostluk ilişkisi içerisinde”, elbirliği ile “muhalefetimiz” ile tabii
……
E doğrudur.
Batıran “iktidar” olduğuna göre çıkış da “bak biz olsaydık böyle yapmazdık” diyen “muhalefet”ten beklenecektir.
O zaman soruyu biraz daha derinlemesine soralım:
Hangi liderlik, hangi muhalefet, hangi program, hangi kadro ve hangi hazırlıkla ve de ömrümüz onu görmeye yetecek mi?
Şöyle bir gözden geçirelim bakalım durumu:
Türkiye şu anda içinde bulunduğu bataktan çıkabilmek için şimdiki gibi “popülist” (halka şirin görünmek için) değil, “radikal bir “çıkış” yapmak zorundadır.
Bu, koronanın aspirinle tedavi edilemeyeceği kadar açık bir gerçek.
Ülke giderek kan kaybederken “çıkış” adına yapılan her türlü yetersiz, güçsüz, “dur bakalım ne olacak”çı, hele “birkaç sene de beni deneyin”cilik, durumu kısmen dahi düzeltemeyeceği gibi daha da gerilere düşürecektir. Teknolojinin gezegenler arası dolaştığı, bilimin atomun altına indiği bu çağda, radikal ve başarılı olamayan her çıkış bu ülkenin çağdaş ülkelerle olan mesafesini daha da açacağı, elindeki son imkanlarının ve zamanının israfına yol açacağı için asla çare olamaz.
“Onurlu” bir çözümün ilacı, en azından şu anda yaşanan sorunların acısı kadar “acılı” olmak zorundadır.
Dolayısıyla “çıkış” konusunda kendisine umut bağlananın kendi halkına bir biçimde bu acı ilacı içirmekte asla bir kararsızlık göstermemesi, siyaseten bir zaaf görüntülememesi, asla bir politikacı değil gerçek bir devlet adamı gibi davranması ve halkı arkasından sürükleyebilmesi gerekmektedir.
Eski bir örnek ama; hatırlanacak olursa, Winston Churchill 13 Mayıs 1940’ta İngiltere’ye başbakan olurken o günün zor şartlarındaki İngilizlere bu günün politikacıları gibi “alın benden size daha ucuz benzin, daha ucuz araba, her eve maaş, emekliye ikramiye, kasapta ucuz kıyma, pazarda ucuz soğan-patates, kapıya süt…” vaad etmemiş; açık açık “Size kan, zahmet, gözyaşı ve terden başka hiçbir şey vaat etmiyorum.” demiştir.
Türkiye’nin bu bataktan çıkması -en azından çağdaş ülkeler kulübünden kopmaması- için yapacağı “radikal çıkış”ın ilk belirtileri, ne yazık ki en iyimser beklentiyle bile bir beş yıldan önce görülemeyecek, eğer bir gün “bak artık toparlandık” denebilecekse bunu duyabileceğimiz süre yirmi yıla kadar uzayacaktır.
Neden mi?
-Çünkü bugün çağdaş eğitimden yoksun yetişen nüfusun yerine gerçekten ümit verecek eğitim düzeyinde bir neslin getirilebilmesi için en az yirmi yıl gereklidir.
-Çünkü kamu kurumlarına “doldurulmuş” liyakatsiz kadroların bir biçimde boşaltılması ve yerlerine gerçekten yetişmiş, dürüst ve sadece işini yapan kadroların getirilebilmesi için beş yıldan başlatıp onların emekliliklerine kadar uzanan bir süre gereklidir.
-Çünkü bugün dışarı kaçmış yerli-yabancı sermayenin ülkenin siyasi ve hukuki düzenine güvenip yeniden yurda dönüp yatırıma girmesi, bu yatırımların işletmeye geçebilmesi için gerekli süre beş yıldan az değildir.
-Çünkü bunu yaptığınızda dahi o kaybedilmiş dış pazarların yeniden kazanılabilmesi, küresel piyasa denen kurtlar sofrasına tekrar oturulabilmesi uzun yıllar alacaktır.
-Çünkü bu gün, o onbeşer-yirmibeşer yıllık kontratlarla birilerinin tekeline verilen işletmelerin abartılmış yüklerinden kurtulmak için -başka bir imkan bulunamazsa- daha çok bedeller ödenecektir.
-Çünkü bu gün kendi kendini besleyemeyen, tarımdan, hayvancılıktan kopmuş bu ülkenin yeniden kendi karnını kendi ekip biçtiğiyle, yetiştirdiğiyle doyurabilir hale gelmesi için, bunu yapacakların yeniden kırsala dönmeleri ve üretime geçmeleri en iyi şartlarda beş yılı aşacaktır.
-Çünkü, şu anda vadesi gelen borcunun faizi için bile para bulamayan bu ülkenin tekrar üreten, kazanan ve bu kazancıyla borcunu ödeyebilir hale gelebilmesi için on yıldan fazla bir süre gereklidir.
-Çünkü bu gün nüfusunun yüzde yirmibeşi işsiz, yüzde altmışı ancak karnını doyurabilen ve gırtlağına kadar borca batık insanlarının önce işe sonra boğazından artacak paraya sahip olup borçsuzlaştırılabilmesi için yine on-on beş sene gerekecektir.
-Çünkü bu ülkenin hem sosyal hem ekonomik yapısını bozan zorunlu ziyaretçilerinin geri gönderilmesi ya da mecburen bizimle kaynaştırılabilmeleri için beş yıldan yirmi yıla kadar bir süre gerekecektir.
Ve uzatmayalım; tabii daha pek çok şey…
Peki, popülizme kaçmadan; bunları söyleyerek ya da iktidara geldiğinde bunları yapabileceğine inanan, modeli, kadrosu hazır ve kendilerine inandığımız şöyle taş gibi bir muhalefet var mı?
Örneğin
-“Size şimdilik iktidarım boyunca zahmet, gözyaşı ve terden başka hiçbir şey vaat etmiyorum. Çünkü saplandığımız bataklıktan kurtulabilmenin tek reçetesi budur” diyebilecek bir muhalefet?
-Haydi bir cesaretle kürsülerden televizyonlardan söylendi diyelim. Bunu söylemesine rağmen insanları peşinden sürükleyebilecek, bu şartlara göğüs gerebilecek, çözümler üretecek partiler ve “partizanları”?
Var diyen beri gelsin.
“Yok” ise -ki yoktur- ama bunun bütün sorumluluğu sadece şimdikilerin de değil elbet. Sorumluluk, popülizme muhtaç olmuş ya da yükselmek için sırtını popülizme dayamış -kısa bir dönem hariç- gelmiş geçmiş tüm siyasetlerindir.
Türkiye ne yazık ki taa tek parti döneminin son yıllarından itibaren bu acze düşmüştür.
-Toprak ağalarıyla başa çıkamamış, onların boy göstermesine, siyaseten palazlanmalarına, iktidar olmalarına engel olunamamıştır.
-Türkiye’nin kalkınma ve çağdaşlaşmadaki müthiş buluşu “Köy Enstitüleri” bu baskı karşısında kapatılmıştır.
-Devrimler tamamlanmadan, karşı devrim dip diri ortada iken sözüm ona demokrasiye geçilmiştir. Oysa demokrasilerin başarı şansı halkın eğitimli, çağdaşlığın hazmedilmiş olmasına bağlı değil midir?
-1950’lere doğru, karşı devrim baskısıyla baş edemeyen “tek parti”, başbakanlığa “dinci”liğiyle tanınan Şemsettin Günaltay’ı getirmiş, daha sonra tekke ve zaviyeler yasaklarını yumuşatılması dahil, pek çok konuda din tacirleriyle rekabet edebilmek için pek çok geri adım atılmamış mıdır? Bu, iktidar uğruna devrimlerden geri adım atmak, ülkedeki o sıkıntılı nabza göre siyaset yapmayı tercih etmek değil midir?
(*) CHP’nin1950’deki Ekmeleddin’i Şemsettin Günaltay- 28 Haziran 2014 Star Gazetesi, Prof .Dr. Cemil Koçak
-Sözüm ona; tek parti, “iktidarı kaptırmış ama memlekete demokrasi getirmiştir”. Bu durum aslında iktidar koltuklarının değil; ülkenin çağdaşlaşma, kalkınma yolunda belli bir aşamaya gelmişken direksiyonu karşı devrime kaptırmasından, yönünü geriye çevirmesine razı olmaktan başka nedir ki?
Peki, 1950 seçimlerinde iktidara gelen Demokrat Parti, kendi taraftarlarının tanımıyla “Anadolu halkı tarafından kabul görmeyen politikalar” diyerek oy uğruna ilk kararnamesinden itibaren karşı devrim sözcülüğüne soyunup onların taleplerini yerine getirmemiş midir? Geldi denerek teselli bulunan demokrasiden murat bu muydu?
-Menderes’in “Odunu aday göstersem milletvekili seçtiririm” sözü demokrasinin daha o yıllarda aldığı başarılı mesafe midir yoksa karşı devrimin elde ettiği güç mü? Odunu seçtiririm diyen Menderes’tir ama gerçekten göstereceği odunları bile seçecek olan halkın demokratik düzeyi bu ise onların tercihine bağlı olarak ülkede gerçek demokrasi ve çağdaşlaşma konusunda umut beslenebilir miydi? 1950’deki teslimiyette ülkeye tam da böyle işleyen bir demokrasinin kazandırıldığını mı kabul etmeliyiz?
-Planlamaya karşı çıkıp bu ülkede “Bize plan değil pilav lazım” diyen siyasetçi 7 kere hükümet başkanı olurken bu gelişmeler ülkemizin plancıların değil o pilavcıların idaresine teslimi olarak algılanmamalı mı idi?
Hani o ünlü “Baştan sarı öküzü vermeyecektin” lafı vardır ya…
Bizim tarihimizde bu günkü çözümsüzlüğü başlatan yanlış, taa o zamanki politikalar ve politikacılardan başlayarak, karşı devrimle mücadele etmek yerine karşı devrim peşindekilerin kozlarını kullanmaya, rollerini üstlenmeye, siyasetlerine özenmeye kalkmak olmuştur.
Yukarıda sözünü ettiğimiz Şemsettin Günaltay olayı, tekke ve zaviyeler mevzuatını yumuşatma düzenlemeleri hep o siyaseten baş edemedikleri karşı devrime siyaset yapmak adına taviz vermek değil midir?
Daha önce de duymuşsunuzdur; Ünlü devlet adamı, filozof Platon, bundan yaklaşık 2400 yıl önce: "Demokrasi, bir eğitim işidir. Eğitimsiz kitlelerle demokrasiye geçilirse oligarşi olur. Devam edilirse demagoglar türer. Demagoglardan da diktatörler çıkar, Demokrasi despotluğa dönüşür" demişti. Sanırım 2400 senede hiçbir şey değişmedi ve yaşadığımız süreç ile bugün içerisinde bulunduğumuz durumun en iyi tanımı bu sözler.
Demokrasi, tabii ki insanoğlunun daha iyisini bulamadığı, kötüler arasında en az kötüsü olan rejim ve bundan başka çıkış yok.
Ama Platon’un dediklerine bir kere daha göz atacak olursanız, o bilge, demokrasinin her şeyden önce bir eğitim işi olduğunu söylüyor. Yani, halkı eğitmeden biz demokrasiye geçtik, demokrasiyi seçtik derseniz aslında varacağınız nokta bellidir, halk eğitimsizse demokrasinin geleceği yoktur diyor.
Demokrasi için eğitim şart…
O zaman halkı kim eğitecek? Kim bilinçlendirecek?
Tabii ki kendi kendine olmayacak bu iş. Her şeyden önce siyasi liderlere düşüyordu görev. “Ben liderim” diyen önce bilecek, sonra israrla eğitecek…
Büyük kurtarıcının önceliği de bu değil miydi?
Gelelim bu günlere…
“Ne yapsak oyumuz artmıyor, o zaman sağa, daha doğrusu karşı çepheye hoş görünüp oradan oy alalım” politikası, “bizim adayımız kazanamaz, tıpış tıpış onlara hoş görünecek birini başa getirelim” politikaları, “bükemediğimiz bileği öpüyoruz, başka da bir şey yapamıyoruz çünkü biz bu işi beceremiyoruz teslimiyetçiliğinden başka bir şey değil midir?
Bu işleri demokrasisiz mi yapalım diyoruz?
Hayır.
Ama şunu kabul edip bulunduğumuz noktayı iyi belirleyelim:
Platon’un dediği gibi, siz halkı eğitememişseniz, karşı güçler daha hesaplı davranıp sizi önce eğitiminizden vurmuşsa, siz buradaki zaafın üzerine gitmek yerine siyasetinizi popülizm üzerine kurmuş, karşı cephenin büyük sermayesi olan popülizmine öykünüp “o konularda biz de onlardan aşağı değiliz”, “onlar size ne veriyorsa biz daha fazlasını veririz” “halk her zaman en iyisini bilir, tercihi neyse ona meylederiz” yarışına girmişseniz, tarikatlara, tekkelerine, zaviyelerine ve bütün çağdışı “mürşid”lere, hurafelere olanca gücünüzle karşı çıkmakta hala tereddüt ediyorsanız; kusura bakmayın ama ilerleyen bunca zamandan sonra artık ipin ucunu kendi gayretinizle yakalama şansınız kalmamış, siyasetiniz umudunu bir biçimde buralardan gelecek oylara bağlamış demektir.
“Hayır bağlamadık” diyorsanız; kökü tarikatlara, hurafeye ve bunların ardındaki güçlere dayananlarla bir işimiz yok der, bunları daha baştan reddettiğinizi açık açık ilan eder, halkın bilinç çıtasını yükseltmeye çalışırsınız.
Olmadı, yapamadınız…
O zaman tek şans; saman alevi ve göstermelik başarılarıyla(!) giderek daha fazla aşka gelen karşı devrimin yapacağı “büyük yanlışlar”a umut bağlamak ve bir gün bu halkın kendiliğinden “popülizmin de karın doyuracak bir şey olmadığını idrak edeceği” günlerin gelmesidir.
Gelebilir mi?
Olur ya, siz bekleyedurun, belki iktidar gelir sizi bulur.
Ama, aman aman… Hiç olmazsa, bir gün kucağınıza gelirse o şansı kaçırmamaya gayret edin.
Her gün başımızdaki ve gelecek felaketlerden söz edip yakınmak yerine “çok ama çok kuvvetli bir çıkış” için kendi modelinizi yaratın ve ona çalışın ve de her türlü tedarikinizi yapın.
“Malumu ilan” ya da geçmişin arkasından ağlamak artık kimseye bir şey kazandırmıyor.
“Çare”yi ilan etmek, “inşa”ya geçmek, arkasında kapı gibi durmak gerekir.
Çünkü, gelecek o tek fırsat da kaçarsa, aynen bu günlerde dillendirildiği gibi; geçtiğimiz son yüz yılı bir kere daha, yani ikinci yüz yıl olarak, yani sil baştan, taa 1919’dan başlayarak yeniden yaşamamız gerekebilir.