
Toplumu bıktıran ve düşeceği beklentisi giderek zayıflayan enflâsyon
Aralık ayı “manşet enflâsyon” oranı, aylık ve yıllık olarak TÜİK, ENAG, İTO tarafın sırasıyla 1.03, 44.38 (ort.58.51); 2.34, 83.40; 1.74, 55.27 olarak açıklanmıştı.
3 Şubatta açıklanan Ocak ayı aylık ve yıllık oranlar ise, yukardaki sırayla 5.03, 42.12; 8.22, 81.01; 5.16, 48.40 olarak gerçekleşmiştir.
Keza TCMB’nın, tüketicilerin 12 ay sonrası tüketici enflâsyonu beklentilerinin izlenmesini amaçlayan Ocak 2025 “Sektörel Enflâsyon Beklentilerine” göre piyasa katılımcılarının, reel sektörün ve hane halkının beklentileri sırasıyla hâlâ 24.4; 43.8 ve 58.8’dir.
Aşağıdaki grafikte, söz konusu yüksek enflâsyon sürecinin bu kadar uzun süre ve direşken olmasının başat nedeni olan “yanlış faiz politikasını” çok açık bir şekilde görebilmekteyiz.
Kaynak: FT, 3.02.2025
Diğer yandan, 2024 yıllık “üretici fiyat artışının” yüzde 29.47 olması, fiyat artışlarının maliyetlerden kaynaklandığı savını çürütmektedir. Bir diğer anlatımla bu olgu bizi, “satıcılar enflâsyonu” denilen ve firmaların hazır enflâsyon belirsizliğini fırsat bilerek fahiş fiyat bildirmeleri gerçeğine götürmektedir. Bunun bir anlamı da, para politikası, yani yüksek faizler ve buna bağlı olarak kur artışının yavaş seyrinin, nihai mal ve özellikle hizmet fiyatlarını fazla etkilemediğidir. Kısacası, “fiyat düzenlemeleri” olmadan enflâsyonun kontrol altına alınamayacağı çok açıktır.
Tüm bu yaşananlar bize, 2025 yılı enflasyonunun yüzde 26 gerçekleşeceğine ilişkin TCMB tahmininin hiçbir inandırıcılığı kalmadığına; yılsonu yıllık manşet enflâsyonun yüzde 30’un altında olamayacağına; ülkenin “enflâsyon hedeflemesinden” ve bunun karar ve fiyatlamalara uygulanmasından “çok uzak” olduğuna işaret etmektedir.
Dış ticarette bozulma
2024 yılı Aralık ayında ihracat, bir önceki yılın aynı ayına göre yüzde 2,8 artarak 21.2 milyar $, ithalat ise yüzde 11,3 artarak 30.4 milyar $ olarak gerçekleşti. Aralık ayında dış ticaret açığı, yüzde 37,7 yükselişle 6.6 milyar $’dan 9.2 milyar $’a çıktı.
Aylık verilere baktığımızda Türkiye’nin en fazla ihracat yaptığı ülkeler; 1.7 milyar $’la Almanya, 1.5 milyar $ ile ABD ve 1.3 milyar $’la İngiltere. Öte yandan ithalâtta, 3.7 milyar $’la Rusya ve 3.6 milyar $ ile Çin ilk iki sırayı almaktadır. Dünya dengelerinin değiştiği, bloklaşmanın belirginleştiği koşullarda, ihracat ile ithalat arasında böyle coğrafi ve jeopolitik bir “asimetrinin” bulunması, önümüzdeki yıllarda ülke ekonomisini sıkıntıya sokmaya aday durmaktadır.
Dış ticarette 2024 Ocak-Aralık dönemini ele aldığımızda, ülke ihracatının bir önceki yılın aynı dönemine göre sadece yüzde 2,4 artarak 261.8 milyar $, ithalâtın ise yüzde 5,0 azalarak 344 milyar $ olarak gerçekleştiği ve dış ticaret açığının da önceki yıla göre yüzde 22,7 oranında azalarak 82.2 milyar $ olduğu anlaşılmaktadır.
Özellikle Aralık ayındaki “aylık açığa” baktığımızda, ülkenin kendi ölçütlerine göre aşırı yüksek bir düzeyde olmamasına karşın, ekonomiden “net yavaşlama” sinyalleri gelen bir konjonktürde böyle bir açık verilmesi ”kaygı verici” bulunmaktadır.
İthalâtta tüketim mallarının keskin bir artış göstermesinin açıklaması; TL’nin reel değerlenmesi nedeniyle göreceli ucuz kalan ithal ürünlere yönelik talebin cazibesini koruması ve ekonomide yavaşlamaya rağmen, özellikle yüksek faizler beslenen üst gelir gruplarının tüketimlerinin alabildiğine devam etmesi şeklinde olabilir. Buna karşın; dövizin yavaş seyrinin yarattığı elverişli koşullar bile, yatırım malları ithalatının gerilemesini engellememiştir. Bu olgu, “üretim kapasitesinin” genişlemesine katkı sağlayamadığı gibi, önümüzdeki dönemlerde “arzın artmaması” kaynaklı enflâsyonu olumsuz etkileyecek bir belirti sayılabilir.
Borçlarda sıkıntılı durum
Bankacılık sektöründe takibe alınan TL cinsi krediler son bir yılda yüzde 59 artarken, artış oranı “bireysel kredi” ve “kredi kartlarında” yüzde 156’ya ulaştı. 2024 sonunda 290 milyarı aşan TL cinsi “takipteki alacak” bakiyesinin 114 milyar TL’nı aşkın bölümünü “ihtiyaç kredileri” ve “bireysel kredi kartlarından” alacaklar oluşturmaktadır.
TCMB’ca yayınlanan yılın ikinci Finansal İstikrar Raporu (FİR) – Kasım 2024’da, Türkiye’de hane halkı borçluluğunun emsal ülkelerin belirgin altında bulunduğunu belirtilmektedir. Gelgelelim, özellikle gelişmiş ülkelerde bireysel borçların büyük büyük kısmı “uzun vadeli ipotekli konut kredileridir”. Halbuki FİR’e göre Türkiye’deki konut kredilerinin GSYİH’ya oranı sadece yüzde 1,5. Konut finansmanı dışındaki ve GSYİH’ye oranı yüzde 10,4 olan (genel ortalamaya yakın) bireysel kredilerin başat sorunu da vadelerin kısa olmasıdır.
Söz konusu FİR’de, gecikmedeki toplam borcun toplam kredi kartı borçlarına oranının yüzde 27,5’a yükseldiği belirtilmektedir. Reel gelirlerdeki düşüşe koşut olarak gelişen “bir bireysel borç krizinin” ayak sesleri artık daha belirgindir. BDDK’nın açıkladığı verilere göre, toplam borçlar bireysel kredi kartlarında (BKK) 1.745 milyar TL’ye, ihtiyaç kredileri de 1.371 milyar TL’ye yükseldi. Takipteki alacaklar ise BKK’de 51 milyar TL’ye, ihtiyaç kredilerinde yine 51 milyar TL’ye sıçradı. Sorunlu borçlar oransal olarak yüzde 2,9 ve 3,9 noktalarına ulaşmış durumda. Takipteki alacak oranlarının 1 yıl önce yüzde 1,3 ve 2,9 civarında seyrettiği dikkate alındığında, sorunun artan boyutu daha iyi anlaşılmaktadır.
Giderek daha bozulan gelir dağılımı ve yoksulluk
TÜİK tarafından hazırlanan ve 2023 yılını referans alan “2024 Gelir ve Yaşam Koşulları Araştırmasına” göre, 9 yıl öncesine göre en zengin yüzde 20’nin toplam gelirden aldığı pay yüzde 46,5’ten yüzde 48,1’e yükselmiş; buna karşın ortada yer alan 3 yüzde yirmilik dilimin de pastadaki payı belirgin biçimde gerilemiştir. 2’nci dilim yüzde 10,7’den yüzde 10,4’e; 3’üncü dilim yüzde 15,2’den yüzde 14,6’ya; 4’üncü dilim ise yüzde 21,5’ten yüzde 20,7’ye düşmüş. En alt dilimde ise yüzde 6,1’den yüzde 6,3’e küçük bir düzelme izlenmiştir.
Yüzde 5’lik dilimlere bakınca, en yüksek yüzde 5’in toplam gelirin yüzde 23,1’ini, buna karşın en düşük yüzde 5’in gelirin yüzde 1’ini kazandığını, arada 23 kattan fazla bir uçurum bulunduğunu görüyoruz. Yine en zengin yüzde 20 en yoksul yüzde 20’nin 2014’te yüzde 7,6 katını kazanırken bu oran 2023’te yüzde 7,7’ye çıktığını; en zengin yüzde 10 en yoksul yüzde 10’un 13,3 katı kazanırken bu oranın da değişmediğini izlemekteyiz.
Bunun yanında çalışanlar yönünden iş kolları arasında da derin kazanç farklılıkları göze çarpmaktadır. Keza anılan raporun hazırlandığı dönemde “brüt asgari ücret” 13.415 TL iken “aylık ortalama brüt ücret” 23.789 TL olmuş. Bunun anlamı, asgari ücret ortalama ücretin oldukça yüksek bir oranına, yüzde 56,4’üne denk geldiği gerçeğidir.
TÜİK tarafında Aralık 2024’te paylaşılan diğer bir araştırma da 2023 yılını yansıtan Yoksulluk ve Yaşam Koşulları İstatistikleridir. Söz konusu çalışmaya göre, medyan gelirin, yani her 100 yurttaşın 50’nci sırada yer alanının gelirinin yüzde 50’sinin altında gelire sahip olanlar diye tanımlanan “göreceli yoksulluk” oranı 0.1 puan artışla yüzde 13.6’ya yükselmiştir.
Tarımda riskler yeni yıla devredildi
Tarım ve gıda sektörünün kronik sorunları 2024’te gündemden düşmedi. Geçtiğimiz yıl, plânsız üretim ve yüksek maliyet sarmalına finansman tarafında yaşanan sıkıntılar da eklenince üretici zarar etti, tüketici yüksek enflâsyonla boğuştu.Tarım ve gıdadaki mevcut gelişmelere bakılırsa 2024’teki risklerin önemli bir kısmı 2025’e devretmiş gibi durmaktadır.
Çiğ süt tavsiye fiyatındaki artışın Ocak ayından itibaren geçerli olması süt ve süt ürünlerine yeni zamların işareti olarak yorumlanmaktadır. Keza ESK’nın 2025’te 520 bin baş besilik erkek sığır dış alım kararı da, kırmızı et fiyatlarında kırılganlığın süreceğine işaret etmektedir. Yaşanan enflâsyon karşısında çok yetersiz olan ücret ve maaş artışlarıyla birlikte az da olsa canlanması beklenen talep ve Mart ayında başlayacak olan Ramazan da hesaba katılırsa, yılın ilk çeyreğinde gıda enflasyonuna yönelik hassasiyetin süreceği anlaşılmaktadır.
Meyve ve sebzede zarar eden üreticilerin 2025’te üretimlerini azaltma riski de, arz-talep dengesini bozarak fiyatları dalgalandırabileceği ihtimal içindedir. Bunun yanında iklimsel riskler, dövize bağlı girdi maliyetlerinin seyri, işçi sıkıntısı ve finansmana erişim şartları başta olmak üzere pek çok faktör sektördeki risk ve kırılganlıkların olası etkilerinde belirleyici olacaktır.
2025 YILI EKONOMİSİNİN BELİRGİN BEKLENTİLERİ
Erken başlayan faiz düşüşü “sürdürülebilir” mi?
Politika faizini 9 ay süreyle yüzde 50’de tutan TCMB, aşağıdaki grafikte de görüldüğü gibi söz konusu faizi, 26 Aralık ve 23 Ocak tarihlerinde 250’şer baz puan düşürerek yüzde 45’e indirdi.
Kaynak: TCMB
Böylece banka 2024 yılında hem faiz artırdı hem de faiz düşüş sürecini başlattı. Kısacası hepsi 9 ay içinde oldubitti. Enflâsyon yüzde 75’e yükseldikten sonra yüzde 45’e indi. Faiz önce yükseltildi sonra düşürüldü.
Merkez Bankası son olarak 21 Mart’ta politika faizini 5 puan artırımla yüzde 50’ye yükseltmiş ve yerel seçim öncesinde dövize spekülâtif atağın önünü kesmişti. Ancak mevcut faiz oranları enflâsyonu düşürmekte zorlanıyordu. Tüketim canlılığını koruyordu. Ayrıca uygulanan maliye politikası da güçlü bir destek sağlayamamıştı.
Enflâsyonla mücadelenin tek yolu “yüksek faize” indirgenince, bunun yarattığı maliyet kısa erimde enflâsyonun yarattığı maliyeti geçer hale geldi. Başka bir pencereden de, maliye politikası aracılığı ile sıkı para politikasının gerektirdiği ”acı reçete maliyetinin” topluma “adil bir şekilde dağıtılması” söz konusu olamayınca TCMB enflâsyonla mücadelede yalnız kaldı.
Kısacası, uygulanması gereken “acı reçete” konusunda herkesin elini taşın altına koymasını gerektirecek “cesur maliye politikası” adımları, “siyasi maliyetinden” dolayı popülist ülke yönetimince uygulamaya alınmadı. Sonuç: Boşa geçen zaman ve sabit gelirlilerin katlandığı sıkıntılar…
İlacın yarattığı hasarın hastalığın yarattığı hasarı geçtiği bir noktada TCMB, üzerinde oluşan baskılara daha fazla dayanamayarak “faiz indirimlerine” başladı. Aralık ayında başlayan faiz indirimlerinin önemli bir nedeni burada yatmaktadır.
Diğer yandan 2025’in Ocak ayında toplam krediler yıllık yüzde 37.1, TL krediler yüzde 28, YP krediler $ olarak yüzde 32.3, kur etkisinden arındırılmış toplam krediler de yüzde 30.4 oranlarında arttı. Bu gelişmeyi, “halen sürdüğü söylenen ‘sıkılaşma’ ile uyumsuz bir veri” olduğunu söyleyebiliriz.
Geçtiğimiz Ocak ayı mevduat gelişmelerine baktığımızda, TCMB’nın faiz indirimleriyle birlikte, 2024’deki “TL’na hücumun” durakladığını görmekteyiz. Özellikle KKM hesaplarındaki erimenin, TL hesapları yerine döviz hesaplarına doğru kaydığı izlenmektedir. Tabii b olgu bu oluşumda etkili olan bir diğer faktör de vergi stopajını 1 Şubat’tan itibaren 5 puan yükselten karar olmuştur. Yeni gelmişken, “faiz indirimi” ve “stopaj artışının” eş zamanlı yapılması oldukça “riskli bir adım” olduğunu söylemeliyiz.
Diğer yandan, yazımızın “enflâsyon ve fiyat istikrarı” bölümünde de irdeleyeceğimiz gibi, Ocak ayı tüketici fiyat artışlarının geldiği nokta, 6 Mart günü alınacak TCMB-PPK faiz kararını doğrudan etkileyecektir. İndirim konusunda karar vericiler, fazla rahat davranılacak bir enflâsyon oranıyla karşı karşıya değildir. Kasım ve Aralık aylarındaki yüzde 1-2’lik enflasyon oranlarıyla faiz indirimine başlayan TCMB’nın önünde şimdi yüzde 5’lik bir aylık enflâsyon durmaktadır.
Kısacası, mevcut zorlukların bundan sonra biraz daha artarak devam edeceğini söyleyebiliriz. Bu bağlamda, tüketim sürecek, otomobil ve gayrimenkul piyasasının canlı kalacak gibi görünmektedir.
Durgunluk ve büyüme
29 Kasımda açıklanan ulusal gelir verilerine göre GSYH 2024 yılı üçüncü çeyrek ilk tahmini, zincirlenmiş hacim endeksi olarak bir “önceki yılın aynı çeyreğine” göre yüzde 2,1 artmış olmasına karşın, “bir çeyrek öncesine” kıyasla 2024’ün ikinci çeyreğinde yüzde 0,21, üçüncü çeyreğinde ise yüzde 0,2 oranında küçüldü. Bu sonuç, önceki yazımızda da belirttiğimiz gibi, ekonominin “dışa dönük dengelenerek durgunluğa girdiği” görüşümüz ile uyumlu. Bir diğer anlatımla, üst üste iki dönem küçülen ekonomi” teknik durgunluğa girmiş” oldu.
Yıllık ölçekte bakıldığında ekonomi halen yüzde 2,1 gibi, Avrupa’da çoğu ülkenin özeneceği bir hızla büyümektedir. Ama geçtiğimiz yılların yüzde 4-5 bandındaki büyümelerine göre ekonomide “net bir sert iniş” söz konusudur. Hatta net ihracatın yıllık yüzde 2’nin üzerinde katkısı olmasa durum daha kötü olacaktı.
Öncü göstergeler ekonomideki yavaşlamanın dördüncü çeyrekte de süreceğini söylüyor. İSO Türkiye PMI verileri, sanayi üretiminin Ekim ayında üst üste yedinci ayda da daraldığını göstermekte. Kasım ayına yönelik sahadan gelen sinyaller de, üretimin daralma bölgesinde kalmaya devam ettiğine işaret etmektedir.
Hazine ve Maliye Bakanlığı ile Strateji ve Bütçe Başkanlığı tarafından hazırlanan Orta Vadeli Program (OVP)’da 2025 yılı “reel GSYH büyüme” hedefi yüzde 4 olarak belirlenmişken, IMF’in World Economic Outlook raporunda bu oran yüzde 2.7, Dünya Bankası'nın Global Economic Prospects raporunda yüzde 2,6 ve OECD'nin Economic Outlook raporunda ise yüzde 2,6 olarak öngörülmektedir.
Avrupa ekonomisindeki yavaşlama, Türkiye’nin kuzey ve güneyimizde tırmanan jeopolitik riskler, Çin’in öldürücü rekabeti ve uygulanmakta olan sıkı para politikası, ekonomideki yavaşlamanın arkasındaki “dışsal temel gerekçeler” olarak gösterilmektedir. Şirketler ekonomideki sert yavaşlamaya yatırım kararlarını erteleyerek, girdi stoklarını azaltarak ve emekliliği gelen çalışanların yerine daha az istihdam yaparak cevap vermektedir.
Madalyonun diğer yüzünde ise ABD, Avro bölgesi, İngiltere gibi Türkiye’nin büyük dış ticaret ortaklarının para politikasını gevşetmesi, dış talebi artırarak Türkiye’nin büyümesini destekleyebilir. Bu öngörünün arkasındaki bir diğer olgu da, genel olarak Türkiye ihracatının “döngüsel ağırlığı yüksek” ürünlerden oluşuyor olmasıdır.
2025 yılında durum iyiye doğru değişir mi? Bu sorunun cevabı dünyada ve Türkiye’de enflâsyonun ne hızla düşeceğine, para politikasının ne kadar gevşeyeceğine ve dış ticaret savaşlarının şiddetine bağlı olarak belirleneceğini düşünüyoruz.
“Sürdürülebilir” olması konusunda tereddütler olan TCMB’nın faiz indirimleri ekonomiyi destekleyebilecek diğer gelişme olarak durmaktadır. Bilindiği gibi rekor seviyelerde “yüksek reel faizler” ve “kredi büyümesi” üzerine konan sınırlamalar “ekonomik büyümeyi” 2023 yılının ikinci yarısından itibaren “baskılamaktaydı”. Aralık ayında başlayan faiz indirim döngüsü, dayanıklı tüketim malları, konut gibi sektörler ile başlayıp genele yayılan bir “canlanma” sağlayabilir. Ama açıklanan rakamların sağlığı ve gerçek durumu yansıtması konusundaki tereddütler, bu konuda çıkarım yapma konusunda bize sınırlama getirmektedir.
Ancak diğer yandan Trump’ın zaferi ile sonuçlanan ABD seçimlerinin, güçlü dolar, yüksek tahvil faizleri ve ABD ile Avrupa ve Çin arasındaki ticaret savaşları ile ek riskler yarattığını unutmamak gerekir. Dış borcunun yüzde 58’i dolar bazında olan, ihracatının yüzde 57’sini Avrupa ülkelerine yapan Türkiye’nin, ikinci Trump dönemindeki olası dalgalanma ve şoklara açık olduğu yadsınamaz bir gerçek olarak durmaktadır.
Uluslararası bankaların yaptığı çalışmalar ABD ile Avrupa arasındaki bir kavganın Avro bölgesinin büyümesini 1 puan aşağı çekeceğine işaret ediyor. Avrupa’nın yavaşladığı bir ortamda, döngüsel ürün ihracatı yüksek olan Türkiye pazar payını artırarak ihracatını artırabilir mi? Bu sorunun cevabı Avrupa ile Çin arasındaki çekişme sonunda Çin’in kaybedeceği pazardan Türkiye’nin ne kadar pay alacağına bağlı olarak belirlenecektir
Büyüme tarafı özetlersek, 2025 yılı genelinin “yüzde 3'ün altında bir büyüme” artışı ile geçirileceğini söyleyebiliriz. Bunun üzerinde bir büyüme rakamında ısrar edilmesi, enflâsyonda bunca sıkıntı sonucu edinilmesi düşünülen “sınırlı iyileşmenin” de geri verilmesi anlamına geleceği açıktır.
Yüzde 3'ün altında bir büyüme şüphesiz ki Türkiye için “potansiyel altı” ve “işsizliği artıracak” bir büyüme sayısı olacaktır. Ancak maliye politikasının devreye girip yatırım ortamının canlanmadığı, uygulanan politikalara güven kazanılmadığı sürece, daha iyimser ve "büyümeden feragat etmeden" enflâsyonu düşürecek bir tablodan bahsedebilmek çok zor.
Enflâsyon ve fiyat istikrarı
Özellikle 2019-20 döneminden bu yana yüksek seyreden enflâsyon, ekonomik istikrarı tehdit eden temel unsurlardan biri olmaya devam etmektedir. Hem yerel hem de küresel ölçekte alınan ekonomik kararlar ve dış etkenler, Türkiye’nin enflâsyon dinamiklerini doğrudan etkilemektedir.
Öncelikle OVP’a göre, 2025 yılsonu enflâsyon tahminini yüzde 17,5 olarak belirlenmişti. TCMB’nın 2024’te yayınladığı son enflâsyon raporunda ise 2025 için tahmin yüzde 21 idi. Banka Başkanı’nın 7 Şubat’ta “Enflâsyon Raporu 2025-I” için yaptığı sunumda bu tahmin yüzde 24’e yükseltildi. Daha önce de belirttiğimiz gibi, TCMB tarafından yapılan “piyasa yapıcıları anketinde” yapılan tahmin yüzde 27,05 oranıdır.
Ulusal kuruluşların tahminlerinin yanında bazı uluslararası kuruluşlar, daha yüksek oranlarda projeksiyonlar sunmaktadır. IMF, Türkiye'ye ilişkin 2024 yılı 4. Madde Konsültasyon Raporu'nda Türkiye’nin 2025 yılı enflâsyon oranını yüzde 24 olarak öngörürken, OECD’nin Economic Outlook raporu ise yüzde 30,7 tahmininde bulunmaktadır.
Bununla birlikte, uluslararası yatırım bankalarının ve kredi derecelendirme kuruluşlarının analizleri, Türkiye’de enflasyonun yapısal sorunlarla bağlantılı olarak daha da yükselebileceğini işaret ediyor. JP.Morgan, 2025 yılı için yüzde 26 enflasyon tahmininde bulunurken, Deutsche Bank ise yüzde 25,4 oranını öngörüyor. Bu tahminler, Türkiye’nin mali disiplin ve para politikası çerçevesindeki reformlarının etkili olup olmayacağına yönelik belirsizlikleri ortaya koymaktadır.
Yazımızın başlarında da belirtildiği gibi, 3 Şubatta TÜİK, ENAG, İTO tarafından açıklanan Ocak ayı aylık ve yıllık manşet enflâsyon oranları, yukardaki sırayla 5.03, 42.12; 8.22, 81.01; 5.16, 48.40 olarak hesaplanmıştır.
ÜFE ise Ocak ayında yüzde 3,06 oranında artış gösterdi. ÜFE’ye girdi maliyetlerinin göstergelerinden biri olarak bakarsak, “girdi maliyeti sınırlı artmış” görünmektedir. Diğer yandan “USD/TLY paritesinin yatay seyri”, ithal girdi maliyetini “sınırlayıcı” düzeydeydi. Görüldüğü gibi maliyet tarafındaki bu gelişmeler, yüzde 5’lik aylık perakende fiyat artışlarını tam açıklayamıyor.
Manşet enflâsyonun yüksekliğinde; fiyatlama davranışlarında süregelen bozulmalar, enflâsyon beklentilerindeki çok yavaş gerileme, yönetilen/yönlendirilen fiyatlar, verimliliğin artmaması ve yüksek gelirlilerin canlı iç ve dış talebi oldukça etkili olduğunu düşünmekteyiz.
Kısacası, henüz yılın ilk ayındayız ve açlık sınırı asgari ücreti geçmiş oldu. Görüldüğü gibi ücretler baskılanınca enflâsyon da düşmedi.
Özellikle dış finansman baskıları, enerji fiyatları ve kur oynaklıkları, enflâsyon oranları üzerinde belirleyici rol oynamaya devam edecek gibi görünmektedir. Hem küresel koşullar hem de yerel ekonomik önlemler, enflâsyon beklentilerinin ne ölçüde gerçekleşeceğini belirlemede kritik rol oynayacağı açıktır.
Dış koşullar bağlamında ABD ile Kanada, Çin, Meksika arasında uzun yıllar sürecek olan tarife savaşları başladı. ABD gümrük tarifelerini yükseltirken diğer ülkeler de aynı şekilde cevap verdiği sürece ve bu tarife savaşlarına Avrupa ülkeleri de katıldıkça, “küresel enflâsyonun yeniden yükselmesi” olasılığını da göz ardı etmemek gerekir. Bu noktada, küresel enflâsyon ithal eden bir ülke konumunda olan Türkiye’nin Merkez Bankası’nın, PPK toplantısının yapılacağı 6 Mart günü faiz indirimi konusunda rahat olmaması için bir başka neden ortaya çıkmaktadır.
Merkezi yönetim bütçesi
2025 yılı Merkezi Yönetim Bütçesinde bütçe giderleri 14.7 trilyon TL, bütçe gelirleri ise 12.8 trilyon TL olarak öngörülmektedir. 2024 bütçesi ise 8.4 trilyon TL gelir, 11.9 trilyon TL gider olarak belirlenmişti.
Hiç iç açıcı olmayan 2025 yılı gider bütçesiyle ilgili gözlemlerimizi aşağıdaki satır başlarında toplayabiliriz.
- Karşımızda “transfer harcamaları” ağır basan bir yıllık bütçe vardır. 14.6 trilyon TL tutarındaki “bütçe giderlerinin” 1 trilyon 950 milyar TL’sı, yâni yüzde 15’den fazlası “faiz”; 6.3 trilyon TL’sı, yani yüzde 43’ü “cari transferlere” ayrılmıştır. Bunun anlamı, bütçede gerçek hizmete ayrılan pay çok küçüktür.
- Enflâsyonla mücadele döneminde sermaye giderleri kaleminde indirime gidilmeden, “ulaştırma yatırımlarının ödenekleri”, her zaman olduğu gibi “başat konumunu” korumuştur.
- Kamu hizmet kalitesini etkileyen mal ve hizmet alımları aşırı sınırlandırılmış.
- Yazılı ve sözlü basına iş talebi sağlayan bazı kurumların ödenekleri yine artırılmış.
- Taşıt giderlerinde herhangi bir kısıntıya gidilmemiş.
Kısacası, kamu harcamalarında “tasarruf” ve “verimlilik” yine göz ardı edilmiştir.
dGelir tarafına baktığımıza, bütçe vergi gelirleri 2025 yılı için 12.6 trilyon TL (geçen yıl 8.3 trilyon) olarak öngörülmüştür. 2025 yılı vergi gelirlerinin alt kalemlerine kısaca göz attığımızda aşağıdaki bulgulara ulaşmaktayız:-
- Gelir vergisi için 2024 yılında yaklaşık 1.2 trilyon TL tahsilat öngörülmüş ve aşılmıştı. Ancak 2025 yılında bu hedef, yüzde 44 artışla 2 trilyon 151 milyar TL olarak öngörülmüş olup, ulaşılabilir nitelikte durmamaktadır.
- Kurumlar vergisi için 2024 yılı felaket yılı olmuş, özellikle TCMB’nın KKM zararları nedeniyle kurumlar vergisi çıkmamış ve tahsilât düşmüştü gerçekleşme oranı yüzde 70). Buna karşın 2025 yılı için kurumlar vergisi hedefi yüzde 53 artışla 1.7 trilyon TL olarak, “uçuk” bir rakam olarak hedeflenmiş.
- 2024 yılında dâhilde alınan KDV tahsilât hedefi 1.6 trilyon TL iken 2025 yılında bu hedef yüzde 72,7 artışlar 2.9 trilyon TL olarak belirlenmiş. Yâni enflâsyonu önlemek adına tasarrufa gidilecek, tüketim baskılanmaya çalışacak; ama KDV tahsilat hedefinde böylesi bir artış hedeflenecek. Kısacası “hayal”.
- Bir başka uçuk vergi geliri de, ÖTV. 2024 yılına ait 1.4 trilyon TL hedef, anti enflasyonist politikalara rağmen 2025 yılı için yüzde 52 artışla 2.2 trilyon TL olarak hedeflenmiş.
2025 yılı bütçesini genel olarak değerlendirirsek;
Vergi gelirleri hedefi yüzde 52 artırılarak 12.6 trilyon TL olarak öngörülmüş. Daralan bir ekonomi, uygulanmaya çalışılan enflâsyon artışını önleme çabaları, aşırı bozulan gelir ve servet dağılımı, hiçbir adım atılmayan vergi ile ilgili düzenlemeler karşısında böyle bir vergi tahsilatını beklemenin hiçbir mantığa gelir tarafı yoktur.
Buna karşın “vergi istisna ve muafiyetleri” olarak bilinen, “vergi harcamaları” şeklinde adlandırılan, vazgeçilen vergilere ilişkin kalemler ise gerçek…
Şöyle ki; 2025 yılı için vazgeçilmesi plânlanan vergi tutarı 3 trilyon 5 milyar TL. Bu rakam geçen yıl 2 trilyon 777 milyar TL olarak öngörüldüğü halde, hem madde sayısı hem de hacim yüzde 8 artırılmış. Açıkçası vazgeçilen vergilerden vazgeçilmemiş! Bir başka anlatımla, öngörülen vergilerin yüzde 24’ünden yani dörtte birinden vergi alınmaması kararı devam ettirilmiş.
Böyle bir gerçek varken ve “vazgeçilen vergilerden vazgeçebilmek” gibi etkin bir yol varken, perakende anlayışla vergi inceleme ve yoklamalarıyla vergileri artırmak nafile bir çaba…
Açığın 1.9 trilyon TL olduğu 2025 bütçesinde giderlerin 14.7 trilyon TL olacağı öngörülmüş. Buna karşılık gelirler tarafı sadece 12.8 trilyon TL. Açığın kaynağı, kazandığından fazlasını harcayan kamu, ürettiğinden fazlasını tüketen “verimsiz” ekonomi, bitmez tükenmez kamu harcama alışkanlığı ve israf.
SONUÇ YERİNE
Görünen o ki, 2024’te yaşanan ekonomik gelişmeler, 2025’teki küresel ve yerel ekonomik stratejileri şekillendirecektir. Bu bağlamda dünya genelinde korumacılık ve izolasyon yükselirken, Türkiye’de 2025 , “enflâsyon ve durgunluğun birlikte yaşandığı” bir yıl olacaktır.
Yaşanan acı uygulamalar göstermiştir ki, eğer yaşanan “yapışkan” ve başat nedeni “maliyet artışı” olmayan enflâsyon sorunu çözülmek isteniyorsa, bunu çözümü için sadece “parasal önlemler” yeterli değildir. Etkin bir “maliye politikasının” yanında “fiyat düzenlemeleri” olmadan enflâsyonun kontrol altına alınamayacağı çok açıktır. 2024 yılında uygulanması gereken “acı reçete” konusunda herkesin elini taşın altına koymasını gerektirecek “cesur maliye politikası” adımları, “siyasi maliyetinden” dolayı popülist ülke yönetimince uygulanamadı ve TCMB yalnız bırakıldı.
Filhakîka maliye, bütçe politikaları da devreye alınsa da başarı sağlanamayacak gibi durmaktadır. Zira insanların 2025’te enflâsyonun düşmeyeceğine dair beklentisi kırılamamıştır. Buna ek olarak yurttaşların TÜİK tarafından açıklanan rakamlara da güveni kalmamıştır.
Ve bu arada TCMB, üzerinde oluşan baskılara daha fazla dayanamayarak “faiz indirimlerine” başladı. Ancak gelişen koşulların, erken başlanan bu faiz indirimlerinin “sürdürülebilir” nitelikte olmadığını; 2025 için gerçek enflâsyon tahminlerinin yılın ikinci çeyreğinden önce faiz indirimine izin verecek bir tablo sunmadığını ve tersine yıl içinde TCMB'nin (geçen hafta yaptığı gibi) 2025 sonu enflâsyon tahminini yukarı yönlü güncellenme olasılığının yüksek olduğunu; yılsonu yıllık ”gerçek” manşet enflâsyonun yüzde 30’un üzerinde olacağını söyleyebiliriz.
Ülke dış satımının, ulusal gelirde ve ekonomik büyümedeki payının önemi artık net olarak izlenmektedir. Ancak, Uluslararası bankaların yaptığı çalışmalar, ABD ile Avrupa arasındaki bir kavganın Avro bölgesinin büyümesini 1 puan aşağı çekeceğine işaret etmektedir. Avrupa’nın yavaşladığı bir ortamda, döngüsel ürün ihracatı yüksek olan Türkiye, pazar payını artırarak ihracatını artırabilir mi?
Bu sorunun yanıtı da, Avrupa ile Çin arasındaki kavga sonunda Çin’in kaybedeceği pazardan Türkiye’nin ne kadar pay alacağına bağlı olarak belirlenecektir. Asya’da Türkiye’den daha rekabetçi Güney Kore, Tayvan, Vietnam gibi ülkeler, Çin’in satamadığı kapasite ile gümrük vergisini artırmamış üçüncü ülkelerde ticaret savaşına girmesi, 2025 yılında ülkemizin dış ticaretini zorlaştıracak temel konular olarak durmaktadır.
Toparlayacak olursak, zorlu bir 2025 yılı ülkeyi beklemektedir. 2025 yılı sonunda yüzde 30-35 aralığında bir yılsonu enflâsyonu ile tutarlı olan büyüme rakamının yüzde 2,5-3 bandında kalacağını düşünmekteyiz. Küresel ticaret savaşları ve dezenflâsyon sürecinin kesintiye uğraması, doğal olarak tahminimiz üzerinde “aşağı yönlü riskler” getirecektir. Buna karşın Trump’ın kuzeyde ve güneyde devam eden savaşları sona erdirmesi de, düşük olasılıklı ama yüksek etki yaratacak pozitif bir senaryo olarak hesaba katılabilir.
Ersin Dedekoca 14 Şubat 2025