Çare ne?
Daha fazla borçlanmak değil elbette.
Çünkü bir yerden sonra borç da bulunamıyor. Ya da artık faizin dışında öyle bir siyasi ve sosyal maliyetleri var ki, bunu göze alabilen beri gelsin.
“Peki ne yapacağız?” dendiğinde akla ilk gelen tabii ki üretim.
“Üretim” ama, hadi üret bakalım bugünden yarına.
Sen üretene kadar zaten kırılırsın parasızlıktan. Üstelik bunun hammaddesi döviz, enerjisi döviz, finansmanı döviz ve en önemlisi de bu “açık ekonomi”de bunu içeride ithalatla rekabet, dışarıda eloğluna satabilecek kadar ucuza üretmek ve hatta pazarlar bulmak gibi zorlukları var.
Hasılı, orta ve uzun dönemde bir şeyler yapılması gerekiyor gerekmesine de “ha” dediğinde olamıyor bu işler.
Peki, bu şartlarda biz hiç mi üretemiyoruz? Hiç mi kazanamıyoruz?
Üretiyoruz tabii… ve o üretenler de kazanıyorlar bir ölçüde.
Kimler derseniz, açın İstanbul Sanayi Odası’nın sayfasını, bakın bakalım kim bu en çok üreten şu “en büyük 100, en büyük 500 firma” kim?
Söyleyeyim; çok büyük bir kısmı “yabancı sermaye”, hemen arkasından yine önemli bir kısmı da yabancı sermaye ile ya hammadde ya fason üretim, ya finansman ya teknoloji ya da pazar açısından bağımlılığı olan firmalar.
Yabancı olunca ne farkeder ki diyeceksiniz, bu memlekette üretiyor ya…
Sadece “Üretiyor” olunca işin neresine sevinebilirsiniz bu işin?
Kazancı size mi kalıyor?
Niye kalsın ki? Siz siyasetinden hukukuna, hukukundan ekonomisine kadar “sıkıntılı” ve “belirsizliği çok” bir ülkede üretim yapıp üç beş para kazansanız, kazandığınızı orada mı bırakırsınız yoksa ilk fırsatta ve “her yolla” paranızı dışarıda sağlama mı alırsınız?
Dolayısıyla; ülkemizde sanayiin önemli kısmı zaten yabancıların kontrolündeyken o sanayiin kazancının bu ülkede kalması mümkün değildir.
Bu işlerden bize kalsa kalsa “yevmiyeler” kalıyor.
O da burada üretime devam ettiği sürece.
yabancıya işçilik yapmaktan “kazandığın”sa yürekler acısı.
Adeta “boğaz tokluğuna”.
Hele bir de “ne iş olsa yaparım” demek zorundaki beş milyon Suriyeliyle, bir akla uyup üçer üçer arttırdığın çocukların senin karşına birer “işgücü” olarak dikilmesiyle yaratılan rekabet ortamında…
Gelelim “milli sermaye”ye.
Üretiyor mu?
Bu belirsizlikte, bu güvensizlikte nasıl üretsin ki?
Haydi üretti ve kazandı da…
Niye dursun ki?
Olur mu hiç… “ bak vatan, millet, sakarya, falan filan…”
?...
Kuralı daha baştan konmuş: darılmaca yok, sermayenin dini de imanı da olmaz.
Dolayısıyla, sen nasıl ki “ gelsin” derken dinine imanına bakmadan kabul etmeye razısın ya; peki kendi sermayen dışarı giderken “bak dindir, imandır” diyebilir misin?
O da topladı mı parsayı kaçıyor doğru dışarı…
Neden?
Kaçmanın amacı ne? Niye “Yatmak” ya da “yatırmak” varken yatırmıyor da bir yerden bir yere sürekli kayıyor?
Kayar.
Çünkü sermaye sürekli “kazanç” ister.
Ardından “güven” ister.
“İstikrar” ister.
Yoksa ne dışarıdan gelen olur, ne yerinde duran.
Türkiye, ne yazık ki bu günlerdeki tabloda ne yerli ne de yabancı sermayeyi tutamayan bir konumdadır. Tabii sermayeyi tutamadığı gibi o sermayenin yarattığı üç beş doları da.
Bu konuda dara düşmüş olan siyasete sorarsanız kısa vadede sarılacağı tek yöntem “servet affı”dır.
Çok geniş bir tanımla, “her ne sebeple ve her ne yolla dışarı kaçmış, oralarda dolaşan, oralarda barınan sermaye” hemen geri gelsin, bak hiçbir soru sormayacak, vergi mergi almayacağız denir.
Gelir mi?
Bu sorunun mantıklı bir cevabını vermeden önce bir başka soruyu cevaplandırmak gerekir:
“Neden kaçmıştı ki?”
Cevap: Burada kazanamıyordu, ekonomiye güvenememişti, yasa dışı kazançtı… falan filan.
Peki, giderken bu nedenlerle gitmişti de; şimdi gel dediğinde geri gelirken neye bakarak gelecek ki?
Piyasanın artık daha çok kazandırdığına mı?
Sermayesinin artık daha güvende olacağına mı?
Siyasette daha çok istikrar gördüğüne mi?
Yasadışılığının daha fazla anlayışla karşılanacağına, kara para yaratan yeni işlerin serbest olacağına mı?
Gelmez.
Kolay kolay gelmez. Gidiş nedeni ortadan kalkmayan sermaye kolay kolay geri gelmez.
“Ama biz onu sorgulamayacağız ki?”
İyi de adam zaten kapağı dışarı atmış, zaten kendini oralarda güvende hissediyorsa niye geri gelsin? Niye bir de kendini açık etsin el aleme? Karaydım ama yasa sayesinde ak oldum demek zorunda kalsın?
Hiç mi gelmez?
Bir kısım “sermaye” gelir tabii.
Eğer geldiğinde daha kolay, daha spekülatif kazançlar elde edecekse, aç gözlüyse…
Bir maceradır ama, alır riski gelir.
Dolayısıyla bu iş hayli zor.
“Gel bak, vallahi hesap sormayacağız” dediğin sermaye çıkıp gelse de zor…
Çünkü o “sormayacağın hesap” bir gün gelecek ve içeride yine sorulması gereken hesap yaratmayacak mıdır? Ancak ve ancak bu koşullarda gelmeye ikna ettiğin sermaye yarın yine “neme lazım” deyip tüymeyecek midir?
Dolayısıyla bu koşullarda en iyi çözüm yine de memlekette huzuru, istikrarı, adaleti sağlama yolunda en hızlısından somut ve büyük adımlar atmaktır.
O adımlar az buz da değil, adeta devrim ölçüsünde atılmalıdır.
Peki söyleyin bakalım; o devrimi kim yapabilir?
Bu işlere sebep olanlar mı?
“İdare-i maslahatçılar” mı?