Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşuna giden, Osmanlı'nın küllerinden bir ulus inşa eden ve milli mücadelenin "örgütlü" ilk kıvılcımının atıldığı günün 100. yıldönümü!
Atatürk'ün, "Benim doğum günüm" diyerek Türkiye'nin doğuşu ile kendisini özdeşleştirdiği 19 Mayıs'ın 100. yılı.
Eskiden başbakanların, bazı partilerin genel başkanlarının aniden hastalandığı, Anıtkabir'e gitmedikleri, katılmadıkları törenlere isyanın yıldönümü…
Tören alanlarından okul bahçelerine, sınıflara kovalanan, sıkıştırılan ve "kıstırılan" yıldönümlerine direnişin yıldönümü…
Mutlu ve kutlu bir gün.
Atatürk'ün "Asla şüphem yoktur ki, Türklüğün unutulmuş büyük medenî vasfı, atinin yüksek medeniyet ufkunda yeni bir güneş gibi doğacaktır" dediği günlerin 100. yıldönümü.
Atatürk'ün "Türk çocuğu atalarını tanıdıkça daha büyük işler yapmak için kendinde kuvvet bulacaktır" dediği günlerin 100. yıldönümü.
Anadolu'nun yeniden Türkleştiği 1071'in 948. yıldönümü…
Atatürk'ün "Bu memleket dünyanın beklediği, asla ümit etmediği bir müstesna mevcudiyetin yüksek tecellisine yüksek sahne oldu" dediği günlerin 100. yıldönümü.
Atatürk'ün "Bu sahne, 7 bin senelik en aşağı bir Türk beşiğidir" dediği;
"Beşiği tabiatın rüzgârları salladı, beşiğin içindeki çocuk tabiatın yağmurlarıyla yıkandı, o çocuk tabiatın şimşeklerinden, yıldırımlarından, kasırgalarından evvelâ korkar gibi oldu, sonra onlara alıştı, onları tabiatın babası tanıdı, onların oğlu oldu" dediği;
"Bir gün, o tabiat çocuğu tabiat oldu, şimşek, yıldırım, güneş oldu, Türk oldu. Türk budur, yıldırımdır, kasırgadır, dünyayı aydınlatan güneştir" dediği günlerin 100. yıldönümü.
Türkiye Cumhuriyeti'nin, dünya siyasetinin ana rahmine düştüğü günün 100. yıldönümü. (Türkiye Cumhuriyeti'nin Regaip gecesi!)
Ve, bazı kişiler tarafından başkentimizin, milli marşımızın içinde bulunduğu "Anayasa'nın değiştirilmesi teklif dahi edilemez" ilk üç maddesinin değiştirilmek istendiği günlere direnişin yıldönümü.
Yani, "Atatürk'e ait ne varsa yok edilmek" istenilen günlere direnişin yıldönümü.
19 MAYIS’A DOĞRU:
İŞGAL BAŞLIYOR... HALK SESSİZCE SEYREDİYOR..
15 Mayıs 1919 Perşembe.. Atatürk'ün Samsun'a çıkmasından dört gün önce, güzel yurdumuzun incilerinden İzmir işgal ediliyor. Halk sessiz ve üzgün seyrediyor. Kolordu Komutanı Ali Nadir Paşa'nın "mukavemet edilmemesi" emri yüzünden Türk kuvvetleri kışlalarına çekildiler. İngiliz, Fransız, Yunan bahriye silâhendazları (deniz piyadeleri) öğleden sonra, mevkii müstahkemleri (savunma tesislerini), kaleleri işgal ediyorlar.
GÜNLERDEN BERİ İzmir limanında toplanmakta olan yabancı harp gemilerinden öğleden sonra bahriye silâhendazları (deniz piyadeleri) indiler ve kentin çeşitli noktalarını işgal ettiler. İngiliz birlikleri, Karaburun ve Uzunada tarafını, Fransız kuvvetleri Urla ve Foçalar'ı, Yunan müfrezeleri de Yenikale'yi kontrolleri altına aldı.
Halk sokaklara, kordon boyuna yayılarak sessizlik içinde bu işgali seyretti. Yıllarca bu ülkenin ekmeğini yiyen, para kazanan şehirdeki Rumlar ise, şenlikler yaptılar ve karaya çıkan Yunan silâhendazlarını büyük gösterilerle karşıladılar.
HÜKÜMET: "İŞGALE İNANMAYIN!"
HARBİYE NAZIRI Şakir Paşa, "Bu gibi şayialara (söylentilere) ehemmiyet vermeyin" açıklamasını yapıyor!.
SABAH SAATLERİNDE, 17.Kolordu Kumandanı Ali Nadir Paşa, Harbiye Nezareti'ne (Savunma Bakanlığı'na) telgraf çekti. Komutanın telgrafından anlaşıldığına göre, resmi işgal, İstanbul Hükümeti tarafından komutana bildirilmedi. Yunan İşgal Komutanı ise, son dakikada tebligatta bulundu. Buna rağmen, Hükümetten bilgi verilmediği için, komutan kararsız.
İşgalcilerle "işbirliği" içindeki İstanbul Hükümeti, kendi ordusunun komutanını aldatıyor. Komutan da, basiretsiz ve aldanma eğiliminde.
Ali Nadir Paşa, telgrafında, "halktan duyduklarına dayanarak", şöyle diyor:
"Halk arasındaki şayialara (söylentilere) göre, İzmir'in Yunan kıtaları tarafından işgal edileceği, yahut Yunanistan'dan daha evvel İzmir'e getirilmiş bulunan Yunan Kızılhaç ekiplerinin, el altından yerli Rumlar'dan teşkil edip silahlandırdığı kuvvetler tarafından, içeriden işgal altına alınacağı ihtimali vardır."
Komutan, işgal karşısında nasıl hareket edeceğini Bakanlığa sorarak, çok acele emir bekliyor. Fakat, Harbiye Nezareti İzmir'i savunacak olan komutana hiçbir cevap vermiyor!
O sırada, Midilli limanında bekleyen Averof Zırhlısı'nda, Yunan 1. İşgal Tümeni Komutanı Albay Zafiryo, son önlemlerini yazılı emre döküyordu:
"Türk mukavemetine (direnişine) imkan bırakmamak için İzmir'in etrafı süratle abluka (kuşatma) altına alınacaktır. Yabancı unsurların kent içinde kargaşalık çıkarmalarına imkan bırakılmayacaktır. Kent içinde meydana gelecek direnişleri kırmak için, Türk ve Rum mahalleleri birbirlerinden tecrit edilecektir."
İşgalin planı, sabah saatlerinde Amiral Kaltorp'un başkanlığında yapılan bir toplantıda kararlaştırılmış ve saat 09.00'da, Kolordu Kumandanı Ali Nadir Paşa ile Vali Kambur İzzet'e bir nota ile işgal tebliğ edilmişti.
MUSTAFA KEMAL ise, bu arada, Nişantaşı'nda Sadrazam Damat Ferit Paşa'nın evinde idi. Özel toplantıya, yeni Cevat Paşa da katılıyordu.
Yemekler yenmiş, kenara çekilinmiş, kahveler içiliyordu. Damat Ferit bir harita istedi, gelen harita üzerinde konuşmaya başladı:
"Paşa, yeni görevinin mahiyeti nedir? Neler yapmak istiyorsun?"
9. Ordu müfettişliğine atanan Mustafa Kemal, "Efendim" dedi, "İngiliz raporlarına göre, Samsun ve havalisinde bazı karışıklıklar varmış. Biraz abartılıdır sanıyorum... Yerinde yapacağım inceleme ile bunları hallederiz. Şimdiden isabetli bir şey söyleyememekten korkarım."
Teslimiyetçi Genelkurmay Başkanı, hiçbir ümit taşımıyordu:
"Efendim, Paşa tabii o mıntıkadaki kuvvete kumanda edecektir. Zaten nerede kuvvet kaldı ki?"
Mustafa Kemal, müfettişlik yetkisi içinde "tüm Doğu illerindeki komutan ve valilere doğrudan emir verme yetkisinin" de olmasını istiyordu. Kendisini İstanbul'dan uzaklaştırmak isteyen Damat Ferit, "yetkiyi alsa da emir vereceği ordu kalmadı" düşüncesiyle bu yetkiyi kendisine tanıdı.
Damat Ferit Paşa'nın Nişantaşı'ndaki konağından birlikte çıkan Cevat (Çobanlı) Paşa, Teşvikiye'ye doğru yürürken, Mustafa Kemal'e döndü:
"Bir şey mi yapacaksın Kemal?"
"Evet Paşam, bir şey yapacağım!"
"Allah muvaffak etsin."
"Mutlaka muvaffak olacağız!"
Mustafa Kemal "kanatlarını çırparak uçmaya hazırlanan bir kuş gibiydi!:
İLK KURŞUN
Gazeteci Osman Nevres (Hasan Tahsin), "ilk kurşun"u attı ve "ilk şehit" oldu... Mustafa Kemal Samsun'a hareket ediyor... İstanbul gazetelerinin çoğunun başyazıları beyaz çıktı...
"Elinde adalet meşalesi, dilinde hürriyeti akvam(ulusların özgürlüğü). Cihana haykıranlar nerede?.."
OLAYIN FARKINDA OLMAYAN "bir kısım basın", işgal yokmuş gibi o günkü baskılarında günlük yaşamdan kesitlere yer veriyordu: "Konut kiralarının 5 kat artması protesto edildi!", "Amerikan kunduraları gelmiştir. Reklam fiyatına satılmaktadır!.."
Evet, gerçekten kunduralar gelmişti ama bunlar, Amerikan kundurası giyen Yunan işgal askerleri idi!.. "Bir kısım basın", "Ali Kemal'lerin basını", işgal askerlerinin postal seslerini duymuyor, Amerikan kundurasının reklamını yapıyordu!..
İzmir'li Rum kızlar yol kenarlarına dizilmiş, Yunan bayrağının rengi olan mavi-beyaz elbiseler giymişlerdi. Binlerce Rum, ellerinde çiçekler ve Yunan bayrakları ile büyük sevinç gösterileri yapıyordu. Kızlar çığlık atıyordu.
VAKİT GAZETESİ: "İŞGALE KARŞI ÇIKMAYALIM!.."
"İzmir askeri tesislerinin Yunanistan işgali altına alınması kamuoyu üzerinde korkunç bir sır etkisi yaptı.(!..) Hükümetin basına dağıttığı resmi açıklama metni, bu sırrın çözümünü kolaylaştırmaktan çok biraz daha üzerini örtmektedir. (...)
Gerçi bugün İzmir havalisinde müttefiklerin çıkarlarını tehdit edecek bir durum bulunduğuna ilişkin hiçbir şey yoktur. Bununla birlikte, böyle bir işgal bize göre gereksizdir. Fakat madem ki, İtilaf Devletleri kendileri için böyle bir durum olduğunu zannetmişler. Zararı yok, karşı çıkmayalım (engellemeyelim). Nihayet mütareke süresincedevam edecek olan böyle bir önlem almalarına bir şey demeyelim.
"PAŞA, PAŞA.. DEVLETİ KURTARABİLİRSİN!.."
MUSTAFA KEMAL, SAMSUN'A hareket etmeden önce, veda ziyaretlerinde bulundu. Yeni Genelkurmay Başkanı Cevdet Paşa, eski başkan Fevzi Paşa, bakanlar (nazırlar) ve Padişah Vahidettin ile görüştü. Görüşmeler sürerken, Bandırma Vapuru'nda son hazırlıklar yapılıyordu.
Mustafa Kemal görüşmeler öncesi Milli Savunma Bakanını (Harbiye Nazırını), İçişleri Bakanını (Dahiliye Nazırını) ve Başbakanı (Sadrazamı) aramış, hiçbirini makamında bulamamıştı. Hepsi "toplantıda"(!) olduğunu söylemişti. Mustafa Kemal bunun üzerine, randevusuz biçimde Babıâli'ye gitti.
Şehrin durumu çok hüzün vericiydi. İşgal kuvvetlerinin donanmaları limanı "çelik ormanı" gibi sarmıştı. Köhne bir motorla Haydarpaşa'dan İstanbul'a geçerken bir süre dalgın ve nemli gözlerle, heybetli düşman zırhlılarını seyretmiş, sonra yaverine (Cevat Abbas Gürer'e) dönüp:
"G e l d i k l e r i g i b i g i d e c e k l e r d i r !"
demişti:
"İstanbul sokakları, düşman askerleri ile dolu. Boğaziçi, toplarını sağa-sola çeviren düşman zırhlıları ile örtülü. Denizin mavi suları görünmüyor âdeta. Birçok duygulu İstanbullu, ancak ekmek ve yiyecek almak için evlerinden çıkıyorlar. Yolda hakarete uğramamak için ezilip, büzülerek yürüyorlar.. Koskoca İstanbul, yüzbinlerce insanı ile, sesi kısılmış bir halde..."
Bu söz üzerine "derin elem ve ümitsizliğini derhal unutan" yaveri Cevat Abbas Gürer,
ULUSAL (MİLLÎ) DİRENİŞ BAŞLIYOR..
İŞGALCİLER TANISIN diye, Türk Ordusu tarihinde ilk kez, paşalar dahil tüm Türk subaylarına yabancı dille yazılmış kimlik taşıma zorunluluğu getirildi.
Savunma Bakanlığı (Harbiye Nezareti), işgalcilerin isteklerine uyarak, Türk Ordusu'na bir emir yayınladı ve artık Türkçe'nin yanı sıra Fransızca yazılı askeri kimlik taşımalarını istedi. Bu kimliklerde, üst rütbeliler de dahil tüm Türk subaylarının fotoğrafları yanında, görevleri de yazacaktı. Böylece, işgal güçleri kimlik kontrolü yaparken, herkesi kolay tanıma olanağı bulacaktı. Buna da kimse sesini çıkarmadı...
REDD-İ İLHAK Milli Komitesi, İzmir'de organize ettiği büyük mitingin ardından, tüm yurtta halkı direnişe çağırıyordu. Tüm vilayet, sancak, kaza ve nahiyelere gönderilen telgraflar ile, bölgelerinde toplantılar düzenlenmesi, direniş ordusuna girmek için hazırlıklar yapılması istendi.
Büyük basındaki sansür nedeniyle İzmir'deki katliamdan habersiz olan Anadolu halkı, Redd-i İlhak örgütünün bu telgrafları ile gerçeği öğreniyor, işgale karşı mücadele azmini biliyor, vatanı kurtarmak için hükümetin yalanlarına, işbirliğine karşı bileniyordu.
TÜRKLER'İ ANADOLU'DAN ATMAK!..
1918 Kasım'ında İzzet Paşa Hükümeti'nin istifa ederek, Tevfik Paşa'nın hükümete gelmesi Rum gazetelerini sevince boğmuştu. 12 Kasım'da ise, 61 gemiden oluşan İtilâf filolarının Çanakkale Boğazı'ndan geçerek İstanbul'a geldiği duyulunca, Rum cemaati büyük hazırlıklara girişmişti. Rum gazeteleri de, artık Türkçe kullanmayı bırakarak tamamen Rumca yayınlanmaya başlamıştı. Türk Parlamentosu'nda 10 Rum milletvekili bir teklif vererek, son beş yıl içinde Türkiye'den 250 bin Rum'un sınır dışı edildiğini ileri sürerek, bunların Türkiye'ye yeniden yerleştirilmesini istemişlerdi.
"Allah, yalnız sizinle din uğrunda savaşanlarla, sizi yurtlarınızdan çıkaranları ve çıkarılmanız için onlara yardım edenleri dost edinmenizi yasaklar.
Kim onlarla dost olursa işte zalimler onlardır."
Mümtehine Sûresi (9. ayet)
1071'DEN BU YANA süregelen "Türkler'i Anadolu'dan atmak" düşüncesi hiçbir zaman unutulmuyordu. Rum gazeteleri artık azıtmış, gemi azıya almış ve dizginlenemiyordu: "Türkler geldikleri yerlere artık dönmelidir.." Birinci Dünya Savaşı'nın sonunda imzalanan Mondros Anlaşması'ndan cesaret alan Rumlar, azmamak için ancak bir ay bekleyebilmiş ve sonunda patlamıştı. (Bu savaşta 600.000 Türk şehit olmuş, 1912 ve 1922'yi kapsayan 10 yıl içinde ise 1.200.000. Türk yerinden yurdundan edilmiş, göç etmek zorunda kalmıştı!..)
2 Aralık'ta (1918) ise Yenigün Gazetesi, Rumlar'a cevap veriyordu: "Buradayız ve kalıyoruz!.."
Yunanistan "30 asrın", yani "3 bin yılın" hesabını soruyordu. Antik Yunan medeniyetlerine kadar giderek, Anadolu toprakları üzerinde hak sahibi olduğunu savunuyordu. Aslında tüm dünya bu düşünceyi destekliyordu. Birinci Dünya Savaşı'nın bitiminden sonra "İstanbul ve Boğazlar Sorunu"na çözüm ararlarken "Türkler'in Asya'ya sürülmesi" düşüncesi, akıllarına gelen ilk ihtimaldi. Aynı görüşler, Yunan İşgal Kuvvetleri Komutanı Albay Zafiryo'nun "işgal bildirisinde" de yer aldı:
"Müttefiklerin onayı ile hareket eden Yunan Hükümeti'nden aldığım emir gereğince, İzmir ve civarının işgaline başlıyorum. İşgalden maksat, mevcut yasaların iyi niyetle muhafazası ve himayesi yoluyla, bütün toplumun refahını güvenlik altına almaktır.
Bununla birlikte, 3 bin yıldan beri Yunanistan'a, çeşitli sebeplerden dolayı bağlı bulunan şu topraklar hakkında, devletlerin görüşerek bir karara varmasını bekleriz. Bu karardan önce, herhangi bir iddia ve icraatımız olmayacaktır.
Eskisi gibi görevlerini sürdürecek olan sivil devlet daireleri memurları ile din adamları, bu görevlerini yaparken, kolaylık ve asâyişi sağlamak bakımından, her an için, Yunan askeri kuvvetlerinin yardımını isteyebilirler!(...)"
Daha sonra İzmir'e çıkacak olan Konstantin ise, Yunan Ordusu'na "İzmir, 2 bin senedir sizi bekliyor!" diyecekti. Tıpkı, Ermeni soykırım safsatalarındaki rakamların rast gele sallanmasında olduğu gibi, Yunanlılar da "kaç yıldır" ülkemizde gözü olduklarına karar veremiyorlardı!..
MUSTAFA KEMAL:
"MUVAFFAK OLAMAZSAM ÖLMÜŞ OLURUM"
DOKUZUNCU ORDU Müfettişliği'ne atanmayı başaran Mustafa Kemal Paşa, Akaretler'deki evinde annesine vedaya gitti. Sevgili annesinin elini öptü, kız kardeşi Makbule'nin hatırını sordu ve yer sofrasına bağdaş kurup oturdu.
Ertesi gün Samsun'a hareket edeceğini annesine nasıl söyleyecekti?.. Bu heyecanla yediği yemekten zevk almıyor, annesini üzmemeyi düşünüyordu. Birdenbire söze başladı:
"Anne, ben yarın Anadolu'ya gidiyorum. Buraların hâli malûm değil. Selânik nasıl elden gittiyse, buralar da öyle olabilir. Ben, kurtarmaya çalışacağım. Ne elimden gelirse onu yapacağım. Fakat bu işte tehlike çoktur. Hesapta ölmek, gidip gelmemek vardır. Bana hakkını helâl et!.. Sen de bunları iyi dinle Makbuş (=Makbule). İşler fenaya dönerse, sakın buradan ayrılmayın. Bütün paranızı sarfedersiniz, paranız biterse halılarınızı, kıymetli eşyalarınızı satarsınız. Bir kere daha söylüyorum. Ne olursa olsun yola çıkmaya kalkmayacaksınız. Muvaffak olamazsam zaten sizi öldürürler, o zaman elbet, ben de ölmüş olurum."
Samsun'a giderken Bandırma Vapuru aranan
MUSTAFA KEMAL: "BİZ, İDEALİ VE İMANI GÖTÜRÜYORUZ"
Paşaya eşlik edecek 18 kişilik "müfettişlik kadrosu" rıhtımdan sandallarla hareket ederek açıkta bekleyen vapura çıktı. Rıhtımda hiçbir tören yapılmaması planlanmıştı. Öyle de oldu.
Bandırma Vapuru Kız kulesi önüne geldiğinde İngilizler tarafından durduruldu ve bir binbaşı eşliğindeki işgalciler tarafından tepeden tırnağa arandı. İtilaf Devletleri'nin emirlerine göre hareket eden İngiliz Binbaşının kontrolleri, uzun bir töreni aratmamıştı..
Daha önce de, gemisinin Karadeniz'de batırılacağı istihbaratını alan Mustafa Kemal kuşkuya kapıldı. "Acaba bunlarla şehirdekiler arasında bir haberleşme mi vardı? Maksat kendisini tutuklamak ise, bütün bunlara gerek yoktu." Sıkılıyordu. "Bir kararsızlık da olabilir" diye düşündü. Kaptana hızlanmasını söyledi. Kaptan (İsmail Hakkı Durusu) demir aldırmaya başladı.
Vapur, düşman zırhlıları arasında ilerlemeye başlayınca Mustafa Kemal güvertede arkadaşlarına döndü ve "Bunlar işte böyle yalnız demire, çeliğe, silâh kuvvetine dayanırlar. Bildikleri şey yalnız madde! Bunlar hürriyet uğruna ölmeye karar verenlerin kuvvetini anlayamazlar. Biz, Anadolu'ya ne silâh, ne cephane götürüyoruz; biz ideali ve imanı götürüyoruz!" dedi.
Bir başka deyişle, Mustafa Kemal'in söylediği, "Ne kadar ahmaklık!Esliha (=silahlar)ile mühimmat (=cephâne)arıyorlar. Biz ise, kafamızla imanımızı götürürüz" sözü çekici olduğu kadar, inandırıcıydı da...
Bandırma Vapuru'ndaki genç subaylardan Kurmay Binbaşı Hüsrev'e (Gerede) göre ise Mustafa Kemal, "Budala herifler bizim silah-cephâne değil, kafa götürdüğümüzü bilmiyorlar mı?" dedi.
Mustafa Kemal ve arkadaşlarını Samsun'a götürecek Bandırma'yı Karadeniz'de şiddetli bir fırtına bekliyordu.. 27 yıllık kaptan "Ne aksi, bu denizi pek iyi tanımam. Pusulamız da biraz bozuk" diyordu. Mustafa Kemal kaptan yerinde idi. Subaylar ve askerler dışarı çıktılar, gemi hareket etti. Millî direnişin lideri, geminin kaptanına tehlikeleri anlattı ve emir verdi:
"Düşman devletlerinin herhangi bir aracının zararlı girişimine uğramamak için sahile yakın bir rota tutunuz! Eğer kesin tehlike görürseniz gemiyi karaya, en yakın sahile oturtunuz!"
19 Mayıs: Yeni Bir Ergenekon..
MUSTAFA KEMAL SAMSUN'DA, 80 BİN KİŞİ MİTİNGTE...
İSTANBUL'DA 80 bin kişinin büyük bir protesto mitingi yaptığı saatlerde Mustafa Kemal Samsun'a çıktı. "Son yüzyıl Türkler'i için yeni bir Ergenekon'un kapısı açılıyor ve yeni bir devrin tarihi başlıyordu."
Dokuzuncu Ordu Kıt'aları Müfettişi Paşa'nın görevi, hem askerî hem de mülkî idi. Görevleri arasında bölgede asayişin sağlanması ve dağınık silah ve cephanenin belirlenen depolarda emniyet altına alınması da vardı. General Kâzım Karabekir komutanlığındaki 15. Kolordu'ya bağlı 4 tümen ile 3.Kolordu'ya bağlı 2 tümen Mustafa Kemal'in emrine verildi.
AYNI SAATLERDE İstanbul Fatih Camii'nin önünde 80 bini aşkın insan İzmir'in işgalini protesto için toplandı.
1919'da
"ÜLKENİN GENEL DURUMU VE GÖRÜNÜŞÜ!.."
Mustafa Kemal Samsun'a çıktığında "ülkenin genel durumu ve görünüşü" şöyleydi. Mustafa Kemal anlatıyor:
"1919 yılı Mayıs'ının 19'uncu günü Samsun'a çıktım. Ülkenin genel durumu ve görünüşü şöyledir:
Osmanlı Devleti'nin içinde bulunduğu grup, 1.Dünya Savaşı'nda yenilmiş, Osmanlı Ordusu her tarafta zedelenmiş, şartları ağır bir ateşkes anlaşması imzalanmış. Büyük Savaş'ın uzun yılları boyunca millet yorgun ve fakir bir durumda. (...) Saltanat ve hilâfet makamında oturan Vahdettin soysuzlaşmış, şahsını ve bir de tahtını koruyabileceğini hayal ettiği alçakça tedbirler araştırmakta. Damat Ferit Paşa başkanlığındaki h ü k û m e t â c i z, h a y s i y e t s i z v e k o r k a k. Yalnız padişahın iradesine boyun eğmekte ve onunla birlikte kendilerini koruyabilecekleri herhangi bir duruma razı.
Ordunun elinden silâhları ve cephanesi alınmış ve alınmakta...
İtilâf Devletleri, ateşkes anlaşmasının hükümlerine uymayı gerekli bulmuyorlar. Birer bahane ile İtilâf donanmaları ve askerleri İstanbul'da. Adana ili Fransızlar; Urfa, Maraş, Ayıntap(Gaziantep) İngilizler tarafından işgal edilmiş. Antalya ve Konya'da İtalyan askeri birlikleri, Merzifon ve Samsun'da İngiliz askerleri bulunuyor. H e r t a r a f t a y a b a n c ı s u b a y v e m e m u r l a r i l e ö z e l a j a n l a r f a a l i y e t t e. Nihayet, konuşmamıza başlangıç olarak aldığımız tarihten dört gün önce, 15 Mayıs 1919'da, İtilâf Devletleri'nin uygun bulması ile Yunan ordusu da İzmir'e çıkartılıyor.
Bundan başka, memleketin her tarafında Hıristiyan azınlıklar gizli veya açıktan açığa kendi özel emel ve maksatlarını gerçekleştirmeye, devleti bir an önce çökertmeye çalışıyorlar.
Sonradan elde edilen güvenilir bilgi ve belgelerle iyice anlaşılmıştır ki, İstanbul Rum Patrikhanesi'nde kurulan Mavri Mira Hey'eti illerde çeteler kurmak ve idare etmek, gösteri toplantıları ve propagandalar yaptırmakla meşgul. (...)"
M. KEMAL: "BAĞIMSIZ BİR 'TÜRK DEVLETİ' KURMALIYIZ"
Halkın deyimiyle İstanbul'daki "ırzı kırık namert hükümet", işgalcilerin tüm tecavüz ve emirlerine "miskince boğun eğerken", Mustafa Kemal Erzurum'da toplantılarına devam ediyordu.
"Her türlü zillete katlanan hükümet"e rağmen Mustafa Kemal, ülkenin karşılaştığı tehlikeleri halka daha iyi anlatma çabalarından vazgeçmiyordu.
4 Temmuz'da, Erzurum kalesi muhafızlığına ait küçük bir binada geceleyin düzenlediği toplantıda, "tek bir tepe ve tek bir kurşun kalıncaya kadar savaşacağımızı" söyledi:
"Milli mücadeleyi milletin büyük çoğunluğuna dayanarak hızlandırmak ve organize etmek zorundayız.
Hükümet, düşmanların her türlü tecavüz ve emirlerine miskince boyun eğmekte, her türlü zilletine katlanmaktadır. Padişah ise, unvanı mahfuz ve baki kalmak koşuluyla her şeye razı bulunuyor.
Arkadaşlar! Tek önlem, Hâkimiyet-i Milliye'ye dayalı kayıtsız şartsız bağımsız bir Türk Devleti kurmak ve bu hedefe mutlaka ulaşmaktır. Hedefimiz bu olacaktır. Kolay şey değil. Büyük direnişlerle, ihânet ve hıyanetlerle karşılaşacağımız kesindir. Mücadele-i Milliye'ye atılanların yok olması için saray, hükümet ve ecnebiler muhakkak ki, ilk andan itibaren harekete geçeceklerdir."
Genç Tıbbiyeli'den Mustafa Kemal'e:
"MANDA'YI KABUL EDERSENİZ, SİZİ DE REDDEDER, VATAN BATIRICISI İLAN EDERİZ!.."
SİVAS KONGRESİ'NİN ilk üç gününde ana konulara girilemedi. Kongre üyeleri zamanlarının büyük bölümünü, o güne kadar kafalarında biriktirdikleri soruların yanıtını aramakla "güven oluşturmaya" yönelik tartışmalarla geçirdiler. Özellikle, "toplantı İttihatçıların toplantısı mıydı, değil miydi?" sorusu ve bu konuda "yeminler edilmesi" tartışması ön plandaydı.
Daha sonra, Türkiye'yi işgalden kurtarmak için kurulan derneklerin birleştirilmesine karar verildi.
"Manda" (himaye) konusu da kongrenin çok ayrıntılı biçimde üzerinde durduğu ana konulardan biri oldu.
ANADOLU'DA BİR "MİLLİ HÜKÜMET" kurulmasına değinen Mustafa Kemal, mandacılığın kabul edilemeyeceğini vurguladı durdu. Milli hükümet kurulmasını isteyenlere (Mazhar Müfit, Hüsrev Sami Bey, Denizli ve Afyon delegeleri) destek veriyor ve buna karşı çıkacak Padişah ve Damad Ferit için "İsterlerse buna isyan adını versinler" diyor ama tedbirli davranıyordu:
"Bunun için galeyana gerek yok. Bir işi zamansız yapmak, o işi sonuçsuz bırakmak olur. Düşüncelerinize karşı değilim. Sadece zamansız olduğu kanaatindeyim.. Her şey sırasında ve zamanında yapılmalıdır."
İstanbul delegeleri ısrarla, Amerikan mandasına girilmesini istiyordu. Anadolu delegeleri ise kesinlikle buna karşıydı. Manda taraftarı "milliciler"(ulusalcılar), "mandanın, bağımsızlığın terk edilmesi anlamına gelmediğine" inanıyordu. Hatta, İstanbul delegelerinden İsmail Hami, "Mandakelimesine takılmayın. Bu kelimenin önemi yok. Önemli olan işin içeriğidir. 'Manda altına girdik' demeyelim de, isterlerse 'Sonsuz yaşayacak devlet olduk' diyelim" diyordu!..
Amerikan sömürgesi olmak isteyenler Mustafa Kemal'e şu sözlerle de baskı yapıyordu:
"Çabuk, Amerikan himayesini isteyin. Bir dakika kaybedecek vakit yok. İstanbul'da filân Amerikalı veya Amerikan heyeti cevap bekliyor. Yoksa fırsat kaçacak. Biz kendimizi idare edemeyiz. Borçlarımızı ödeyemeyiz. Bizden bunlar geçmiştir. Çabuk, çabuk; aman yabancı devlet himayesi..."
"Tam bağımsızlık" isteyenler arasındaki Bursa delegesi Ahmet Nuri ise, şöyle diyordu:
"Kendimizi tümüyle âciz ve çaresiz kalmış görerek, 'bizi kurtarın' diye şuna buna yalvarmak gibi bir zillete bu millet dayanamaz. Ya ölürüz ya istiklal-i tam sahibi oluruz!"
Manda tartışmaları kongre bitiminde de sürüyordu. Örneğin, bir gece "milli hareketin liderinin" odasındaki sesler dışarıya taştı..
Genç Tıbbiyeli delege Hikmet, sesini yükselterek heyecanla:
"Paşam, üyesi olduğum Tıbbiyeliler beni buraya İstiklâl davamızı başarmak yolundaki çalışmalar için gönderdiler. Mandayı kabul edemem. Eğer kabul edecek olanlar varsa, bunlar her kim olursa olsun şiddetle reddederiz. Örneğin, manda düşüncesini siz kabul ederseniz sizi de reddeder, Mustafa Kemal'i 'vatan kurtarıcısı' değil, vatan batırıcısı' ilan eder ve şiddetle kınarız!.." diyordu.
Mustafa Kemal de heyecanlanmıştı:
"Evlat (Çocuk!) müsterih ol. Gençlikle gurur duyuyorum. Biz azınlıkta kalsak dahi mandayı kabul etmeyeceğiz. Parolamız tektir ve değişmez: Ya istiklâl ya ölüm!."
Bu sözler üzerine Hikmet, "Var ol Paşam" diyerek Mustafa Kemal'in ellerine sarılıp öperken; Paşa da genci alnından öptü;
"Gençler, vatanın bütün ümit ve istikbâli size, genç kuşakların anlayış ve enerjisine bağlanmıştır" dedi.
Dönemin gazetelerinde yer alan bu haberi de "kaydeden" Mazhar Müfit, yıllar sonra şöyle diyecekti:
"Mustafa Kemal Paşa, yıllardan sonra 'Acaba bizim Sivas Kongresi'ndeki biricik ateşli genç tıbbiyelimiz nerede?' diye sormuştu. Hikmet'i milletvekili yapmak istiyordu. Bulunamadı, 'ölmüş..' dendi.
Kaynak Yeniçağ: 19 MAYIS'IN 100. YILI: DİRENİŞİN, KURTULUŞUN, MİLLİ MÜCADELENİN Bİ - Hulki CEVİZOĞLU