1989’da Berlin Duvarı’nın yıkılması ve arkadan da Sovyetler Birliği’nin çökmesiyle uluslararası ilişkilerde yeni bir dönem başladı ve “iki kutuplu” dünyanın yerini “çok aktörlü” bir dünya aldı. Emperyalizmin bu yeni aşamasında bir sürü oyuncu için de yeni fırsatlar doğuyordu.
Bu fırsatı değerlendiren ve komünizm korkusundan sıyrılan büyük sermaye coşmuş, tatlı beklentilerle etrafa para saçmaya başlamıştı. Bu dürtüyle, on beş yıl içinde, kalkınmakta olan ülkelerin üretimi (satın alma gücü paritesiyle) dünya üretiminin yarısını biraz geçti ve aynı yıl küresel büyümenin yarıdan fazlası da yine bu coğrafyada gerçekleşti. Bu dönem geçerli olan ve temel görevini “küreselleşmeyi” desteklemek ve yaygınlaştırmak olarak özetleyebileceğimiz ekonomik sisteme de “neoliberalizm” adı verilmişti.
Diğer yandan Sovyet sisteminin çökmesiyle başlayan dönemde “finans kapital” coşmuş, üretimi devreden çıkararak parayla para kazanmanın yollarını aramaya başlamıştı. 2001 yılında G. W. Bush, bu koşullarda, Amerika’da herkesi ev sahibi yapma vaadiyle iktidara geldi ve bankalar da kredi musluklarını açtı. Risk almanın değil, almamanın cesaret sayıldığı bir finans çılgınlığı yaşanıyordu ve yatırım bankaları (Goldman Sachs, Morgan Stanley, Lehman Brothers, Merrill Lynch), finans devleri (Citigroup, J. P. Morgan), menkul kıymet sigorta şirketleri (AİG) ve rating kuruluşları bir “saadet zinciri” oluşturarak kirasını bile ödeyemeyen insancıkları “ev sahibi” yapmaya başlamışlardı. Ne var ki zincir 15 Eylül 2008’de Lehman Brothers’ın iflasıyla kopuyor ve bir hafta içinde dünya borsalarında 25 trilyon Amerikan Doları ($) buharlaşıyordu.
Yeni bir döneme girilmişti; ortada 1929’u anımsatan bir kriz vardı; aynı hataları tekrarlamamak ve her şeyden önce de çöküşleri ekonomiyi de çökertecek (too big to fail) şirketleri kurtarmak gerekiyordu. Kapitalist metropollerin merkez bankaları bu koşullarda devreye girdi ve çöküşü önlemek için para basmaya başladılar. Oysa piyasaya sürülen trilyonlarca dolar beklenen canlanmayı sağlayamıyor, bunların önemli bir kısmı da yüksek faizlerle kalkınmakta olan ülkelere akıyordu. Bu yeni dönemin etkisiyle, gelişmekte olan ülkelerin önemli bir bölümü “ekonomik büyümelerini” artırmış, gelişmiş ülkeler de küçülmelerini durdurmuş ve bir kısmı, düşük oranlarda da olsa yeniden büyüme tüneline girmişti.
Bu büyüme, 2019’un son aylarında Çin’de başlayan ve sonra hızla tüm dünyaya yayılan korona salgını etkisiyle daha da kaygı verici hale gelen “kırılganlığa” kadar sürdü.
2020’nin Mart Ayı’ndan sonra iyice etkisini arttıran ve halen tüm hızıyla süren pandemi ile mal ve insan dolaşımının sınırlanmış olması, ülke ve bölgeler arasındaki “ticaret savaşlarının” önemini arttırdı. Yaşadığımız zaman diliminin güncel sorunları, “serbestleşmeden korumacılığa, demokrasiden otoriterleşmeye” şeklinde formüle edilen bu gündeme yoğunlaşmaktadır.
İşte çalışmamızın amacı, yazımızın başlığında ifadesini bulan mottonun gerçeklerini ve destekleyen faktörleri irdelemek; söz konusu süreç ve neoliberalizm ve popülizm arasındaki “tamamlayıcı” ilişkiyi sağlayan unsurlar hakkında çıkarımlar yapılarak, popülist siyaset tarzının neoliberalizm ile olan yadsınamaz bağlılığı ortaya koymak olmuştur.
NEOLİBERALİZM veya NEOLİBERAL KÜRESELLEŞME
Neoliberalizm, 20. Yüzyılın son çeyreğinde kullanımı yaygınlık kazanan yeni bir kavram olarak hayatımıza girmiştir. Neoliberalizmi temellendiren “küreselleşme”, her ne kadar çok boyutlu olarak tartışılsa da, esasen temelinde ekonomik bir süreçtir. Özellikle 1980’lerden bu yana küreselleşmenin ekonomik boyutu, neoliberal bir görünüm kazanmıştır. Dahası, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin (SSCB) çöküşüyle beraber dünya ekonomisi, fiilen neoliberal küreselleşmenin güdümüne girmiştir. 1990’larda ABD Başkanı Ronald REAGAN ve Birleşik Krallık Başbakanı Margaret THATCHER önderliğinde oluşturulan ve Washington Uzlaşısı ile pekiştirilen neoliberal ekonomik sistem, 2000’li yıllarda da gelişmeye ve 2007-2009 krizine rağmen de varlığını sürdürmeye devam etmiştir.
Diğer yandan neoliberalizmi, birçok bakımdan “karşı devrimci” bir proje olarak görüşler de bulunmaktadır. Onlara göre neoliberalizm, o zaman diliminde devrimci hareketlerin olduğu -Mozambik, Angola, Çin vb.- gelişmekte olan dünyanın çoğundaki devrimci hareketleri, ama aynı zamanda İtalya ve Fransa gibi ülkelerde yükselen komünist dalgayı, daha az bir derecede İspanya’daki uyanış tehdidini en başından engelleyecekti.
Temelinde sermaye, emek, girişimcilik ve doğal kaynakların global ölçekte serbestçe dolaşımına dayanan neoliberal küreselleşme, uluslararası serbest ticaret rejimini, ekonomide devlet müdahalesinin azaltılmasını, kamusal hizmetlerin özelleştirmelerini teşvik etmiş ve desteklemiştir. Bununla birlikte oluşturulan neoliberal düzen içerisinde ulus-ötesi firmalar, imalatlarını veya imalatlarının bir kısmını, iş-gücünün ucuz ve vergilerin nispeten düşük olduğu ülkelerde yaptırma olanağı bulmuş ve bundan da epey kazançlı çıkmışlardır. Bütün bunlara ek olarak özellikle 2000’li yıllarla birlikte imalât sanayiinde uygulanan ileri derecede teknolojik gelişmeler ve üst düzey otomasyon uygulamaları yüksek büyüme, artan kâr oranları ve üretimde verimlilik yaratmış; mal ve hizmet fiyatlarını düşürmüştür.
Tüm bu gelişmeler (üretim üstlerinin taşınması, artan otomasyon gibi) bir kısım ülkelerde işsizliği artırmış veya işçi ücretleri azaltmıştır. Neoliberal küreselleşmedeki bu yaygınlaşma, imalât sektöründen çok, finans sektörünün genişlemesine yol açmıştır.
Diğer yandan, “kontrolsüz sermaye hareketleri” sonucunda ortaya çıkan ülkesel ve bölgesel “finans krizleri”, neoliberal kapitalizmin en karakteristik özelliklerinden birisi haline gelmiştir. “Yüksek borçlanmaya dayalı ekonominin” sürdürülemez hale gelmesiyle patlak veren bu krizler, emeğiyle geçinen kesimlerin yaşamlarını alt-üst ettiği gibi, “ekonomileri daha güvensiz hale getiren neoliberal uygulamaların topluma dayatılmasının” da gerekçisi olarak kullanılmaktadır. Bu “kısır döngü” geniş nüfus kesimlerinin yaşam koşullarını zorlaştırırken, servet ve zenginliğin de çok küçük bir azınlığın elinde toplanmasına neden olmaktadır.
Günümüzde kurallara dayalı bu liberal dünya düzeninin sallantıda olduğunu görüyoruz. Dünya nüfusunun yarısından fazlası otokrat liderler ve demagoglar tarafından yönetilmektedir. Fakat yine de, bu fikrin son 40 yılın neoliberal ekonomik düşüncesine damga vurduğunu söylemek gerek.
Neoliberalizmin uygun gördüğü küreselleşme, birey ve toplumları kendi kaderlerinin önemli değişkenlerini tayin etme yetisinden alıkoydu. Neoliberalizm ve demokrasinin eş zamanlı olarak düşüşe geçmesi ise, tesadüf ya da basit bir bağıntının sonucu değil. Neoliberalizm, 40 senedir demokrasinin altını oymaktadır.
POPÜLİZM
Günümüzde popülist siyaset tarzı da bu amaç doğrultusunda kamuoyunun belirli açılardan kolayca harekete geçirilebildiği bir siyaset tarzı olarak benimsenmeye başlamıştır. Temel olarak “gerçek halkın gerçek temsilcisi” iddiası ile siyasi alanda varlıklarını sürdüren popülistler, kriz dönemlerinin temel sebebini “var olan düzen” olarak gösterirken kendilerinin “düzenin dışında” olduklarını öne sürmektedirler. Özellikle sağ popülizmi, mikro milliyetçilikler aracılığıyla kriz dönemlerinin suçlusunu “halktan olmayan” kimseler olarak ifade ettikleri gözlemlenmiştir.
Öte yandan yapılan çalışmalara bakıldığında, sol popülist hareketler Latin Amerika ülkelerinde daha fazla gözlemlenirken, sağ popülist hareketlere ise Avrupa ve Amerika bölgelerinde daha yaygın biçimde rastlanmaktadır.
Sağ ve sol popülizm ortak hedeflere veya söylemlere sahip olsa da, her iki popülizm türü de kendine has retoriği aracılığıyla “gerçek” halka seslenmeyi amaç edinmektedir. Böylece gerçek halk olarak belirtilen topluluğun liderliğini üstlenmektedirler. Öte yandan ekonomik ve toplumsal krizlerin sebebi olarak gösterilen, belirli bir sınıfı veya kesimi “halkın düşmanı” ilan ederek, bu düşmanın karşısında duracak bütünleştirici role bürünürler. Böylece popülistler, mevcut krizlerin çözüm yolunu yalnızca kendilerini olarak göstermekle birlikte, liberal demokrasiye zarar veren bir siyaset biçimi olarak ortaya çıkmaktadırlar.
Kavramın kuramsal tarifi üzerinde durduğumuzda popülizm kavramının, popülist olarak adlandırılan liderlerin söylemleri ve iktidara gelme yolları dikkate alınarak çeşitli politik kuramcılar ve akademisyenler tarafından farklı biçimlerde tanımlanmaya çalışıldığı görülmektedir. Ancak aşağıdaki iki tarifin “en kapsayıcı” niteliği taşıdığını görmekteyiz.
Matthijs ROODUJİN popülizmi “Anti elitizm; halk merkezlilik; homojen halk kavrayışı; doğrudan demokrasi; dışlama; kriz ilanı; basit dil; doğrudan iletişim tarzı; kutuplaşma; dışarıdanlık imgesi; liderliğin merkezileşmesi; lider ve takipçileri arasında gevşekçe dolayımlanmış bir ilişki” olarak; Hollandalı Sosyal bilimci Cas Mudde’de “demokratik olmayan liberalizme karşı liberal olmayan demokratik bir cevap” olarak tanımlamaktadır. Ersin KALAYCIOĞLU da popülizmin temel özelliklerini, “manichean (ikili inanış) bir toplum algısı, tekil ve organik bütünlük arz eden, çoğulculuk karşıtı halk ve seçkin tanımlaması ve mücadelesiyle, yasa, kural ve kurumlara olan antipatisiyle olağanüstü bir otoriterlik potansiyeline sahip olması şeklinde sıralamaktadır.
Popülizmin kesin bir tanımı olmamasına karşın, belirli ortak noktaları barındıran genel bir çerçeve ile sınırları çizilebilmektedir. Her ne kadar farklı dinamikler ve toplumsal koşullarda ortaya çıkmış olsalar da, popülist siyaset tarzının anti-elitist, sistem karşıtı, halk diline indirgenmiş ve doğrudan iletişime dayanan bir retorik, dışlama ve kutupsallaştırma içeren, krizin varlığına dayandırılan iktidar meşruiyeti ve kendi iktidarını tek çıkış yolu göstermesi ile kavramsal olarak sınırlandırılabilmektedir.
Popülizm bağlamında gözlenen bir diğer konu da, sağ popülist iktidarların, var olduğunu iddia ettikleri sistemsel krizin nedenlerini neoliberal ekonomi politikalarının yoksullaştırıcı sonuçlarına bağlarken, aynı zamanda iktidarlara geldiklerinde neoliberalizm ekseninden kopmadıkları olgusudur. Bunun nedeni ise, popülist iktidarların toplumsal veya ekonomik krizleri çözmek için değil, sadece “toplumsal öfkeyi yönetmek” için böyle bir siyaset tarzını benimsemeleridir.
Popülist liderler aynı zamanda da uzman ve seçkin karşıtlığı ve onlarla ilişkilendirilen anayasa, yasa, kural ve kurum karşıtlığı söylemiyle ortaya çıkmaktadırlar. İktidara geldiklerinde de anayasa takiyyesi, kurumları içten değiştirme veya yıkma, yasaları görmezden gelme veya işlerine geldiği gibi yorumlama yoluna giderek yasa, kural ve kurumlarla yönetilen, denge ve denetime tabi, hesap verebilen sınırlı hükümet yönetimi olan “liberal demokrasiyi” tahrip etmeye yöneldikleri gözlenmektedir.
Demokratik sınırlar içerisinde kendilerine hareket alanı bulan sağ popülist liderler, “toplumsal memnuniyetsizliği” çözmek amacı ile hareket etmemekle birlikte, yalnızca toplumda biriken öfkenin yönlendirilmiş hali olarak Avrupa siyasetinde yerini almaktadırlar. Bu öfkenin sağ popülistler tarafından temsil edilmesinin nedeni de, neoliberal ekonomi politikalarının yoksullaştırıcı etkilerine karşı toplumsal değerleri koruyarak, bu etkilere direnen bir halk profili oluşturmaktır. Böylece sağ popülist liderler, toplumsal krizler üzerinden biriken öfkeyi sokak hareketlerinden ziyade elitlere, halk düşmanlarına veya mültecilere bağlayarak, kendilerini “kriz içerisindeki sistemin dışında hareket eden tek çözüm yolu” olarak algılatmaya çalışmaktadırlar.
Popülizm, temsili demokrasinin sürekli bir gölgesi olmuştur. Çünkü her zaman, güç sahibi seçkinlere itiraz ederken bir aktörün “gerçek halk” adına konuşma ihtimali vardır. Popülistler temsil ilkesine karşı değildir, sadece “kendilerinin meşru temsilciler olduğu” konusunda “ısrarcıdırlar”. Seçkinleri eleştiren herkes popülist olarak görülmemelidir. Popülistler seçkin karşıtı olmanın yanı sıra, çoğulculuk karşıtıdır. Sadece kendilerinin halkı temsil ettiği iddiasında bulunurlar. Bütün diğer siyasi rakiplerini meşru olarak görmezler ve onların destekçileri halkın bir parçası değildir. Bu yüzden popülistlerin dışlayıcı ve kutuplaştırıcı uygulamaları, demokrasi için gerçek bir tehdittir.
Tüm yaşananların sonucu olarak, ekonomik eşitsizliklerin ve bozulan ekonomik gündemin yarattığı kızgınlık ve hayal kırıklığı insanları popülist partilere yönlendirmiştir. Popülist partilerin hedefinde de, bütün bu ekonomik problemlerin günah keçisi olarak gördükleri göçmenler vardı. Bu da göçmen karşıtlığını, ırkçılığı ve yabancı düşmanlığını artırmıştır.
Ülkede yaşayanların memnuniyetsizliklerinden ve hoşnutsuzluklarından yararlanan popülist partiler ve hareketler ABD’de, Birleşik Krallık’ta ve birçok Avrupa ülkesinde çok önemli kazanımlar elde etmişlerdir.
Birleşik Krallık’ta popülizm rüzgârı Brexit süreciyle kendisini göstermiş ve 24 Haziran 2016’da yapılan referandumda sandıktan AB’den ayrılma kararı çıkmıştı. ABD’de popülizm dalgasını arkasına alan Donald TRUMP, 2016 yılında ABD’nin 58. Başkanı seçilmiştir. 2013-2017 yılları arasında sırasıyla İtalya’da Beş Yıldız Hareketi, Macaristan’da Jobbik Partisi, İsveç’te İsveç Demokratları, İsviçre’de İsviçre Halk Partisi, Polonya’da Hak ve Adalet Partisi, Danimarka’da Danimarka Halk Partisi, Hollanda’da Özgürlük Partisi, Fransa’da Ulusal Cephe, Almanya’da Almanya için Alternatif ve son olarak da Avusturya’da Avusturya Özgürlük Partisi oy sayılarını önemli ölçüde yükseltmişlerdir.
POPÜLİZM ve BESLEYEN KIRILGANLIKLAR
2010’larda tüm dünyada adeta “zamanın ruhu (Zeitgeist)” diyebileceğimiz bir “siyasal hareket” egemen oldu: Popülizm (belki de bu olguya popülizmin ikinci evresi veya “yeni popülizm” demek daha doğru olacak) Amerika’dan Rusya’ya, İngiltere’den Hindistan’a, Türkiye’den Brezilya, Macaristan, Polonya, İspanya, İtalya, Çek Cumhuriyeti ve diğer pek çok ülkeye, popülist partiler ya iktidarda ya da yükselişteler.
Yeni popülizmin yükselişin derinlerde yatan sebeplere ve/veya kırılganlıklara baktığımızda, en başat olanın, dünya tarihinde az rastlanılan yaygınlık ve derinlikte gördüğümüz “sosyal ve kültürel kutuplaşma” olgusu olduğunu tespit etmekteyiz. Şimdilerde yaşanan kutuplaşmaların niteliğine bakıldığında da, büyük ölçüde “geleneksel (yumuşak) ideolojiler” ekseninde (din, etnisite, kimlik, aile ve cinselliğe yaklaşım, yaşam biçimi gibi) oluştuğu görülmektedir. Derinlerde böyle bir küresel kutuplaşmanın oluşması sayesinde, kendi toplumlarını kutuplaştıran/bölen siyasetçiler de her yerde oylarını artırmaktadırlar.
İkinci gözlenen “besleyici” olgu, belki de birinci nedenin devamı olarak oluşmaktadır. Hatırlanacağı gibi, çalkantılı bir dönem olan 1960’lı ve 70’li yıllarında göze çarpan siyasi kutuplaşmalar, daha çok elitler arasında ya da elitlerle devlet arasında ve daha çok gençler arasında yaşanmaktaydı. Bugün ise kutuplaşmalar büyük kitlelerin karşı karşıya gelmeleri şeklinde olmaktadır. Günümüzde çok sayıda insan, kendi ülkesinin pek çok vatandaşı ile aynı ortamda bulunmak, ortak kamusal alanlarda birlikte olmak istememektedir. Bir diğer ifadeyle, kitleler arasında “beraber yaşama arzusu”, geçmişle kıyaslanamayacak ölçüde azalmış durumdadır.
ABD, Rusya, Türkiye ve İngiltere gibi ülkelerde son yıllardaki seçim sonuçları, “coğrafi olarak derin bir ayrışmanın” yaşandığını göstermektedir. Söz konusu yeni-popülistlerin siyasi gücünün “metropollerde ve kıyı bölgelerinde zayıf” olduğu, denizden uzaklaşıp iç bölgelere gidildiğinde ise etki alanlarının genişlediği izlenmektedir.
Keza, kendi içine kapanan küçük yerleşim merkezleri homojenleştikçe hayat tarzlarından siyasal değerlere kadar pek çok konuda muhafazakârlaşıp, daha fazla “etnik merkezli” bir yapıya dönüşmektedirler. Bu nedenle yeni-popülistlerin “metropollerdeki güçleri daha zayıf” olmaktadır.
Bu bağlamda gözlenen bir diğer olgu da, yeni-popülizmin “toplumsal kutuplaşmalar (genellikle ikilikler)” üzerinden siyaset yapma anlayışının, “referandumları” da siyasal seçim mekanizmasının asli unsuruna dönüştürme eğilimi taşımasıdır. Çünkü referandum tekniği popülizmin, toplum hayatını “ikilikler” üzerinden okuma tarzına çok uygundur. Louis BONAPARTE Fransa’sında görülen tarzda “referandum yapma alışkanlığı hızla yayılıyor” ve ilginçtir ki, pek çok referandum ve seçim sonucunun Amerika, Türkiye, İngiltere gibi ülkelerde yüzde 50 oranında gerçekleştiğine tanıklık etmekteyiz.
Örneğin Amerika’da yapılan araştırmalar, hem kitleler ve elitler bazında, hem de siyasal partilerin birbirinden her düzeyde uzaklaşmasının giderek derinleştiğini ortaya koymaktadır. Keza bu ayrışmanın sadece siyasi görüşler açısından değil, hayat tarzları açısından da giderek arttığını göstermektedir.Devletin rolü, ırk ayrımcılığı, göçmenlik, ulusal güvenlik, çevre meseleleri gibi temel siyasi değerler üzerine Obama döneminde rekor düzeylere ulaşan siyasi ayrışmanın, Trump ile daha da büyük sıçrama yaptığı belirtilmektedir.
Bu konuda Dani RODRİK’in makalesinde yaptığı bir sentezi zikretmeyi faydalı bulmaktayız. Popülizmin kaynağının kültür veya ekonomi olmasına göre yaklaşımın da farklı olması gerektiğini söylemektedir Rodrik. Sorular öyledir: Donald TRUMP’ın başkanlığı, Brexit ve kıta Avrupası’nda sağ milliyetçi siyasi partilerin yükselişi, sosyal muhafazakârlar ve sosyal liberaller arasında –ilkinin yabancı düşmanı, etno-milliyetçi ve otoriter siyasetçileri desteklemesiyle- değerlerde derinleşen bir ayrılığın sonucu mudur? Ya da bunlar birçok seçmenin finansal krizler, kemer sıkma politikaları ve küreselleşmenin körüklediği ekonomik kaygı ve güvensizliği mi yansıtmaktadır?
Ona göre burada soru yanıta dayalıdır. Eğer otoriter popülizm ekonomide temellenirse, o zaman çaresi ekonomik adaletsizliği ve katılımı hedefleyen, ama politikasında çoğulcu olan ve zorunlu olarak demokrasiye zarar vermeyen diğer bir tür popülizmdir. Ancak, eğer kültür ve değerlerde temellenirse, daha az seçenek vardır. Liberal demokrasi kendi iç dinamikleri ve çelişkileri ile son bulabilir.
Kutuplaşmayı besleyen kırılganlıklar konusunda son olarak da “ortalama” vatandaşın sosyal medya ve yaygınlaşan eğitim fırsatları nedeniyle daha çok “siyasallaşması”, hatta militanlaşması gösterilmektedir. Bir diğer ifadeyle, internet sayesinde her şeyi bildiğini düşünen, sayıları çoğalan ama içi boşalan eğitim kurumlarından diploma almış geniş bir kesim oluştu. Genel olarak bu tür kişiler kendi düşünce ve inançlarına daha katı bir şekilde bağlılık gösteriyorlar. Bu tür kesimlerde fanatikliğin ve hoşgörüsüzlüğün daha yaygın olduğunu gösteren ampirik çalışmalar bu gerçeği desteklemektedir.
ÇOK ULUSLU ŞİRKETLER ve KÜRESEL SERMAYE ZİNCİRLERİ
Çok uluslu şirketler(ÇUŞ), klasik emperyalizm döneminde olduğu gibi, bugün de küresel sermayenin en önemli örgütlenme hücresini oluşturuyor. Sermayenin küresel ve bölgesel hareketliliği, yayılma ve egemenlik alanları bu yapılar eşliğinde şekillenmekte, gerçekleşmektedir. UNCTAD verileri ABD’nin küresel düzeyde ÇUŞ’lar üzerindeki hâkimiyetinin hâlen sürdüğünü, yani hâlen süper emperyalist güç olma özeliğini koruduğunu ortaya koymaktadır. Ancak şu da bir gerçek ki, bu gücü Çin merkezli “Asya fabrikası” (alt-emperyalist bölge) karşısında giderek azalmaktadır.
Birleşmiş Milletler Ticaret ve Kalkınma Konferansı (UNCTAD)’ın 2019 yılı için sunduğu “küresel ve finansal olmayan en büyük 100 ÇUŞ’ları”, dünya ölçeğinde sadece 19 ülke arasında paylaşılmaktadır. Bu şirket topluluklarının 13 tanesi merkez kapitalist, 6 tanesi ise çevre/yarı çevre ülke ekonomilerine aittir. 2019 yılında bu şirketlerin varlık değeri toplamı 27.087.2 milyar $ olup; 29.3 milyon kişi istihdam etmektedirler.
Merkez kapitalist devletler menşeli ÇUŞ’lar, toplam varlık büyüklükleri ve devletlerin sahip olduğu şirket sayılarına (parantez içinde) göre dağılımını şöyle özetleyebiliriz: ABD (19), İngiltere (13), Japonya (9), Almanya (11), Fransa (15), İtalya (3), İspanya (3), Belçika (1), Kanada (3), İrlanda (1), Lüksemburg (1), Norveç (1), Hollanda (1).
Bu grupta yer alan çevre/yarı çevre ülke ekonomileri menşeli ÇUŞ’ların büyüklük ve şirket sayılarına göre dağılımları ise şu şekildedir: Çin (9), Hong Kong (1), Tayvan (1), Güney Kore (1), Suudi Arabistan (1), Malezya (1).
Söz konusu CUŞ’ların sahiplilik yapısına baktığımızda, Suudi Arabistan, Güney Kore, Malezya, Çin ve ABD’deki CUŞ’daki yabancı payı yüzde 40’ın altında olup, bu devletlerin en büyük ÇUŞ’ları bir yönüyle “ulusal” diyebileceğimiz niteliğe sahiptir. Diğer devletlere ait ÇUŞ’ların yabancı varlık payları ise yüzde 60-97 aralığında değişim göstermektedir: Almanya (69), Japonya (61), Fransa (62), Tayvan (87), İngiltere (90), Hong Kong (92).
Bu farklılıklar söz konusu devlet temelli ÇUŞ’ların sektörel özelliklerine bağlı olduğu kadar (özellikle petrol, enerji gibi stratejik sektörlerde faaliyet gösteren ÇUŞ’ların yurtiçi sermaye paylarının yüksek oluşu gibi); başka sermaye gruplarıyla kurulan küresel, bölgesel iş birliklerine bağlı olarak da değişim göstermektedirler (Hong Kong ve Tayvan’daki CUŞ’larda yabancı payının yüksek oluşu).
Küresel değer zincirleri (KDZ) genel anlamıyla, üretimin farklı mekânlarda örgütlenmesini, uluslararası iş bölümünü tanımlamaktadır. Bu örgütlenmede ÇUŞ devletlerle birlikte merkezi role sahipler. Ürün ve üretimin “karmaşıklaşma” derecesi arttıkça, çoklu bağlantılara sahip şirketler ve bu şirketlerin bağlı olduğu devletler, aynı üretim içerisinde “sermaye-devlet kompleksi” olarak birleştikleri de izlenmektedir. KDZ’nin hızla büyümeye başladığı dönem 1990’lı yıllar olmuştur. 2008 küresel krizine değin KDZ, ileri ve geri bağlantılarını hızla genişleterek, küresel üretim ve ticaret içindeki paylarını arttırmışlardır. OECD verilerine göre, günümüz “küresel ticaretin yüzde 70’i” bu yapıların ürettiği mallar üzerinden gerçekleşmektedir.
Kavramın kendisi, sermayenin zincirlerini ve küresel üretim ve ticaretin örgütlenme biçimlerini kapsamaktadır. Şimdilerde Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ), Dünya Bankası gibi kurumlar dahi, bu kavramsallaştırma üzerinden küresel üretim ve ticaret ağlarını inceliyor ve veri paylaşıyorlar. Keza Zincirlerin kendi içindeki ticaret, dünya ticaretinin üçte biri düzeyindedir.[16]
DTÖ çalışmasından şu gözlemleri elde ediyoruz: 1995 yılını izleyen dönemde dünya ticaret artışı 2008 krizinin ardından yaşanan kısa süreli artışlar dışarıda tutulursa gerileme eğilimi sergiliyor. Bu eğilim 2011’den sonra yapısal bir nitelik kazanmış görünüyor. 1995-2008 yılları arasında (2001 hariç) dünya üretim artışının iki katı düzeylerinde gerçekleşen ticaret hacmindeki artış daralarak, düşen küresel büyüme oranlarıyla aynı büyüme seyrini izliyor (ortalama yaklaşık yüzde 3).[17]
Küresel büyüme oranlarındaki düşüşün en önemli nedeni karmaşık mal üretiminin gerçekleştiği KDZ’lerdeki üretimin daralması. Yani küçülme özellikle çoklu “sermaye-devlet” kompleksine sahip üretim zincirlerinde gerçekleşiyor ve bu ise dünya ticaretinin daralmasına yol açıyor. Büyümenin gerçekleştiği mal grubu sadece yurt içi mallar.
Bu eğilimin ardında iki temel neden gizli. İlki özellikle Çin’de gerçekleşen (ama birçok “yükselen” ekonomide de izlenen) yurt içi ara mal üretiminin artması yani küresel iş bölümünde “sermaye-devlet” kompleksinin daha ulusal karaktere bürünmeye başlaması. Özellikle çevre ekonomilerde artan talep ve temel ihtiyaçların bu ülkelerin çoğunda yurt içi üretimle karşılanmasına doğru bir eğilimin güçlenmesi.
KDZ’in son otuz yıldır büyümesini Asya, Avrupa, Kuzey Amerika’daki ekonomiler sürüklemiş olup, öncülüğünü de ABD, Almanya ve Çin yapmıştır. Çin’in bu rolü özellikle Doğu ve Merkezi Asya ile Pasifik bölgesinde belirgin bir şekilde ortaya çıkmıştır.
DÖNEMİN KISA ÖZETİ
KISA SÜREN LİBERALLEŞME VE KÜRESELLEŞME
19’uncu yüzyıldan itibaren kapitalizmin şekillendirdiği modern dünya tarihinde, siyasal olarak “demokrasi ve insan haklarının küresel ölçekte ortak değer” olarak kabul edildiği; ekonomik olarak liberal ilkelerin “neoliberalizm” adıyla yayıldığı; söz konusu bu siyasal ve ekonomik değerlerin bir arada uygulandığı tek ve kısa dönem bulunmaktadır. Bu dönem de, 1990’ların hemen başında başlayan ve 2015 civarına gelince iyice zayıflayan zaman dilimidir. Bu kısa dönem siyasal açıdan ilk darbesini 11 Eylül ve takiben Irak ve Suriye işgalleriyle almış; iktisadi olarak da 2008 krizinden sonra yalpalamaya başlamıştı.
Ekonomik ayağını neoliberalizmin içte “serbest piyasa”, uluslararası düzeyde ise “finans kapitalin” öne çıkıp serbestçe dolaştığı, üretim, tedarik zinciri, yatırım gibi unsurların “ulus aşırı” nitelik taşıdığı, siyasal yönünü de “demokrasi ve insan haklarının” oluşturduğu bu düzene, kısaca “küreselleşme” denilmekteydi. Bu sürecin “alt öğelerini” uluslararası örgütlerin öneminin artması, demokratikleşme, güvenlik sektörü reformu, içte sivil toplumun güçlenmesi, bu çerçevede cemaat gibi oluşumların da buna dâhil edilmesi ve en önemlisi kimlik siyasetinin öne çıkması oluşturdu.
Siyasetten akademiye, toplumsal ilişkilere ve kültüre dek derin etkileri olan bu dönüşümde etnik ve dini kimlikler önem kazanmıştı. Toplumsal cinsiyet, kültür çalışmaları öne çıkarken; aydınlanma, evrenselcilik, pozitivizm zemin kaybetmeye başladı, “toplumculuk” yerine “bireycilik” yeni bir anlam kazandı, bireyin kişisel ihtiyaç ve arzularının merkeze alındığı yeni bir yaşama şekli ve bunları özümseyen insan ögesi öne çıkmaya ve yaygınlaşmaya başladı.
Bunun siyasete yansıması devletçi anlayışın yerini serbest piyasa ilkelerine bırakmaya zorlanması, Soğuk Savaş döneminde yerleşmiş güvenlik merkezli/öncelikli siyasetin de geri çekilmeye zorlanması oldu.
Uluslararası politikada ise, örneğin 1990’larda ABD, stratejisinde “askeri güç” konusunu arka plana atarak neoliberalizmi ve demokratikleşmeyi öne çıkardı; uluslararası örgüt sayısı arttı, Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ) kuruldu; ABD, AB bütünleşmesine destek verdi, hegemonyasının gücü altında liberal bir düzen inşasına çalıştı.
KÜRESELLEŞME VE BÖLGESEL ÇATIŞMALAR
Bilindiği gibi küreselleşmenin fikri temelinde, bölgesel çatışmaları çözüp, kapitalizme ve onun yeni modeli neoliberalizme alan açmaya bulunuyordu. Bunun mantık temeline bağlı olarak neoliberal küreselleşme, kendi “çatışma çözüm modellerini” geliştirmeye başladı. Bu modelleri bir kısmı “silahlı çatışma”, bir kısmı da “doğrudan diplomasi” ve “ikinci yol (second track)” denen yöntemleri ihtiva ediyordu.
Sonuçta bu dönemde yaşanan “çatışma çözüm modelleri”nin temelinde, dönemin sermaye birikim dinamiklerinin zorlaması, sermayenin küresel ölçekte yapılanması, yerküreyi tek bir pazar mantığına indirgemeye çalışılması bulunmaktaydı. Bu amaçla” alan temizliği” yapıldığı, milliyetçi ve devletçi yapıların “ayak bağı” olarak görüldüğü bir dönemi yaşandı. Bu süreçte deneyimlenen bölgesel çatışmalar, “güvenliği” öne çıkarıyor, “devletçi refleksler”i güçlendiriyordu.
Şu hususu da göz ardı etmemek gerekir ki, bütün bu çözüm süreçlerinin içine gizlenmiş bir “ABD hegemonyasının stratejik ihtiyaçları” da mevcuttu. Örneğin, Bosna ve Kosova çözümlerinin ardından ABD askeri varlığı bu ülkelere yerleşmişti.
YÜKSELEN JEOPOLİTİK
Bu dönemde yaşanan “iki önemli gelişme”, küreselleşme sürecinin bazı yönlerinden vaz geçilmesini ve özellikle ABD tarafından revize edilmesini gerektirdi. Bunlardan “ilki 2008 kriziydi” ve yalnızca ABD değil, bütün “kapitalist merkezde siyaset yeniden düzenlemeye” başladı. Bu süreç hâlâ sürmektedir. Batı’da “dış ticarette korumacı önlemler” artarken, iç siyasette “sağ popülizm” ve “ırkçılıkta yükseliş”, yazımızın önceki bölümlerinde belirttiğimiz gibi açık-seçik uygulanmaktadır.
“İkinci” olarak, Çin’in, beklentilerin aksine, ABD kontrolü dışında ve toplumsal-siyasal liberalleşme olmadan “devlet kontrollü kapitalizm” şeklinde yükselişe geçmesi ile Rusya’nın dış politikasında giderek “daha yayılmacı” olmaya başlamasıdır.
Yukarıda değinilen bu gelişmeler “jeopolitik kaygıları” öne çıkarmaya başladı. Çin ABD’nin boşladığı her alanı doldurmaya, bazı alanlarda ABD ile dolaylı mücadeleye başladı. Bu arada Pekin, müttefiklerine dek uzanan bir küresel ekonomik etkinlik arayışına girdi, Güney Çin Denizi’nde jeopolitik görünürlüğünü artırdı, yüksek teknolojik silahlanmasına hız verdi.
1990’lardan 2000’lerin sonuna dek küresel sistemde rahat hareket eden, kimlik siyasetini, demokratikleşmeyi neoliberalizmin yanına eklemleyen ABD, Trump yönetimiyle birlikte açık bir jeopolitik mücadeleye başladı. Örneğin, ABD’nin 2017’den sonraki savunma belgelerinde artık açıkça jeopolitik çekişmeden, büyük güçlerden bahsetmekte, Çin, Rusya ve İran’ı ülke olarak işaret etmektedir. Demokrasi ve insan hakları konusu bu belgelerde artık yer almamaktadır.
Şu an dünyadaki büyük güçlerin önemli bir kısmı da sağ popülist ya da otoriter rejimlerle yönetiliyor. ABD, Çin, Rusya, Hindistan, Brezilya, İngiltere, Türkiye, Filipinler, Mısır, İsrail, Macaristan, Polonya gibi ülkeler sağa ve/veya otoriterliğe kaymış durumda.
Bu yeni dönemde küreselleşme zayıflarken, içeride otoriterlik, sağ siyaset yükselmektedir. 1930’ların kriziyle benzerlik gösterse de, günümüz çok önemli bir noktada ayrışıyor. 1930’lara paralel olarak küresel jeopolitik yükselirken, ondan farklı olarak “kapitalizm iktisadi olarak hâlâ neoliberalizmden vazgeçmiyor” ve devletçiliğe, sosyal devlete dair en ufak bir imayı bile gündeme getirmiyor. Dünya siyaseti günümüzde ekonomik olarak “neoliberalizmin hâlâ hâkim olduğu bir jeopolitik yükselişi” ilk kez denemektedir.
2000’lerde hâlâ genişleyen ve yeni üye alan AB, artık üye kaybederken, NATO ayakta ve yeni üye alarak genişliyor. Rusya sert tepki vermeseydi Belarus, Ukrayna ve hatta Kafkas ülkeleri de NATO üyesi olabilirdi. Keza, Türkiye vetosu olmasa Kıbrıs Rum Cumhuriyeti şimdiye kadar NATO’ya girmişti bile.
TİCARET SAVAŞLARI
Küreselleşmenin etkisinin giderek yayıldığı bir dünyada, ülkeler arası ekonomik ilişkilerin geliştirilmesinin barışçıl bir durum olduğundan yola çıkılarak, bunun çatışma riskini azalttığına dair genel bir kanaat söz konusudur. Bir diğer anlatımla, ikili ticari veya ekonomik ilişkilerin, “her iki ülkenin de yararına olduğu” varsayımıyla, siyasi ve askeri anlaşmazlıklara karşı bu ilişkilerin dengeleyici ve gerilimi hafifletici rolü olacağı varsayılabilir.
Ancak kimi zaman ülkeler arasındaki ticaret, diğer çatışma süreçlerinin bir yansıması olarak olumsuz etkilenebilir. Hatta ticari ilişkiler de, asimetrik bir durumun varlığı halinde, ülkeler arası çatışmaya neden olabilecek bir sürece dönüşebilir. Çoğu zaman dengeden yoksun bu ikili ticaret, taraflar arasında anlaşmazlık oluşturabilir ve çatışma riskini artırabilir.
Dünya, ABD’nin küreselleşmeye karşı çıktığı, Çin’in ise küreselleşmeyi savunduğu bir süreçten geçmektedir. İki ülkeyi bu noktaya getirense, temel başlığı “ticaret savaşları” olan ancak, siyasi ve küresel güç dengesi unsurlarını içeren bir mücadeledir.
Devletlerarasında güç dağılımında meydana gelen değişiklikler savaşa veya istikrarsızlığa yol açabilir. Bu yaklaşıma göre savaşların olmaması için tek hegemonik devletin gücünü koruması önemlidir. Zira çatışmalar güçlü olanın zayıflaması ya da zayıf olanın güçlenmeye başlaması ile meydana gelir.
Yakın zamana kadar Çin, içeride gelişmeye odaklanırken, uluslararası ilişkilerde “düşük bir profili” tercih ediyordu. Günümüze gelindiğinde ise artık Çin bu politikasını hem ekonomik hem de askeri yönden terk etmiştir. Çin artık saklanamayacak kadar büyük bir askeri ve ekonomik güç haline gelirken, ekonomik açıdan da, “sabredemeyecek” kadar etkili bir yapıya dönüşmüştür.
ABD-Çin arasındaki “ticaret savaşının”, olaylara göre üç aşamadan geçtiği görülmektedir:
– Güneş panelleri ve çamaşır makineleri konusu
– Çelik ve alüminyum konusu,
– Fikri mülkiyet hakları ve teknoloji kopyalaması konusu.
İki ülke arasındaki ticari sorunlar, 20 Ocak 2020’de Beyaz Saray’da, ABD Başkanı Trump ile Çin Devlet Başkan Yrd. Lui HE arasında imzalanan Faz 1 Ticaret Anlaşması ile 2 yıl süren ticaret savaşlarının mal ve hizmet ticareti dengesizliği üzerinden yapılan tartışmalar, vergi artırımları ve ihtilâfların çözümü bir yol haritasına bağlanmış oldu.
İki ülke arasında ticaretle başlayan çatışma, farklı cephelerde ve en çok da teknolojide, sertleşerek süreceği tahmin edilmektedir. Bir başka anlatımla 21. yüzyılın en büyük küresel meselesi, ABD ve Çin arasındaki büyüyen ticaret ve teknoloji savaşıdır. Ancak konuya biraz daha yakından baktığımızda, ABD’nin, küresel hâsıla içindeki azalan payına rağmen, hâkim rezerv paranın dünya piyasalarına başlıca sağlayıcısı olduğunu, ancak ekonomisinin gelişmiş finansal piyasalarla birlikte düşük üretkenlik artışı yaşadığını izlemekteyiz. Çin’in ise, aradaki bu farkı kapatırken yüksek üretkenlik artışlarından faydalandığını, ama finansal piyasaların gelişmiş olmadığını, sürekli ticaret fazlalarının devasa bir döviz rezervi birikimine katkısı olduğunu, bunların çoğunun Dolar cinsi varlıklarında bulunduğunu ve bütün bunlar kırılgan bir bağımlılık yarattığını görmekteyiz.
Keza bu bağlamda küresel likiditenin (uluslararası fon havuzu), 2019’da 130 trilyon Dolar olduğu tahmin edilmektedir (dünya GSYH’sinin 1.5 katından fazla). Çin’in bu likiditeye katkısı da 36 trilyon Dolara yakındı.
Çelik tarifeleriyle (ABD’nin Mart 2018’de bir dizi ülkeye ve AB’ne çelik üzerine yüzde 25, alüminyum için yüzde 10 tarife uygulaması) restleşen ABD-AB ilişkileri, ABD’li uçak şirketi Boeing ile Avrupalı Airbus’ın, AB’nin açık mali desteği gibi konularda rekabete ters düştüğü gerekçesiyle yaşadığı sorunlarla iyice gerilmişti.
Keza Washington’un, emisyon sorunuyla gündeme gelen Alman arabalarına kesilen cezalar ile İskoç viskisi, İspanyol zeytinyağları, Fransız şarabı gibi yiyecek ve içecek maddelerine yüzde 25 oranında tarife uygulayacağı yolundaki açıklamaları, “ticaret savaşlarının çok yönlü olarak başladığına” ilişkin yorumlara yol açmıştı.
ABD’nin ticaret savaşının yeni cephesinin AB olacağı biçimindeki beklentiler, dünyanın başındaki “Covid-19 salgını” derdi nedeniyle “şimdilik” durulmuş görünmektedir.
PETROL SAVAŞLARI
1973’de Arap-İsrail Savaşı ile birlikte petrol fiyatlarının 3 $’dan 12 $’a sıçraması, altına dayalı Bretton Woods para sisteminin dağılmasıyla birlikte dünyada ekonomik ve jeopolitik bir deprem yaratmış, ardından 1979’da İran İslâm Devrimi ile birlikte ikinci bir şok artış dalgası gelmişti (Birinci ve ikinci petrol şoku). Bu sıçramalar bu dönemde “yönetilmiş” görünse de, ardından gelen Körfez Savaşı, Arap Baharı, 2000’lerden sonra yaşanan “parasal genişlemeler” in etkisiyle dalgalı hareket etmiştir.
OPEC’in, petrol arzını talebe göre ayarlamaya yönelik girişimleri, büyük devletlerin kuruluş üzerindeki baskıları, Irak gibi çatışma bölgelerinde üretim ve satışının kontrol edilememesi gibi nedenlerle, enerjinin temel girdilerinden hidrokarbon ürünleri üzerinde oynanan oyunlar da, savaşlar da sona ermedi.
Korumacı ticaret politikalarının ardından Rusya ve S.Arabistan’ın başlattığı, odağında ise ABD’nin olduğu “petrol savaşı” başladı. Petrol fiyatlarını düşürerek Washington’un enerji piyasalarındaki etkinlik ve yaptırımlarına karşı başlatılan ve ne zaman sonlanacağı da bilinmeyen bu savaş, dünya ticaretini ve ekonomilerini etkileyecek bir olgudur. Petrol üreten ülkeler yönünden “gelir düşüşü”, tüketenler açısından da “harcama düşüşü” olarak kendini gösteren bu savaş, üretim, satış maliyetlerini ve bu yolla rekabet avantajlarını da değiştirecek gibi durmaktadır.
Düşük petrol fiyatlarıyla, petrol üreten veya ekonomileri ağırlıklı olarak petrole dayalı ülkelerin satın alma gücünde gerileme ve istihdam imkânlarında düşüş yaşanmaktadır. Saniyen, bu tür ülkelere ihracat yapan ekonomilerin etkilenmesi de kaçınılmaz durmaktadır. Keza bu ülkelerde düşen istihdam potansiyeli, “kaçak göçmen” sorununu daha da derinleştireceği açıktır.
KORUMACILIK
Tarihsel olarak ele alındığında, uluslararası ticarette korumacılık eğilimlerinin yeni bir olgu olmadığı, küresel ekonomik ve finansal krizlerde yeniden tetiklendiği ve farklı biçimlerde devlet müdahalelerinin hep var olduğu görülmektedir.
Korumacılığın kapsamının ne olduğuna dair genel bir uzlaşı yoktur. Ancak genel olarak anlaşılan, ithalât işlemlerine bir takım sınırlamalar koyarak yerli sanayi ve üretimi dış rekabete karşı korumaktır. Diğer yandan, Bank for International Settlements (BIS) devlete gelir sağlamak, istihdamı artırmak ve korumak, ödemeler dengesini sağlamak ve stratejik faktörler, korumacılığın bazı gerekçeleri olarak sayılmaktadır.
Genellikle resesyon dönemlerinde korumacılık eğilimleri artar. Ancak korumacılık ne resesyonun şiddetini azaltır ne de ortadan kaldırır. En önemli etkisi, “ekonominin esnekliğini” azaltmasıdır. Bu durumda sermaye ve emeğin verimliliği düşer. Bu nedenle korumacılık uzun dönemde, ekonomik büyümeyi olumsuz etkiler. Bu konuda, korumacılık sonucu rekabet gücünü kaybeden Arjantin ve Japonya gibi ülkeleri görebilmemiz mümkündür.
1990’lara kadar çok hızlı gelişen Japonya’nın ABD’yi geçmesi beklenirken, artan korumacılıkla Japonya 1990-2010 arasında duraklamaya girmiştir. Bu dönem korumacılığa soğuk bakan ABD’nin verimliliğini arttırarak, tekrar öne geçtiği yıllar olmuştur. Daha çarpıcı örnek ise, 1920’li yıllarda, Fransa ve Almanya’nın önünde en zengin 10 ülke arasında yer alan Arjantin’dir. Kötü tasarlanmış korumacılık verimliliği azaltarak, anılan ülkenin gelişmişlik basamaklarında aşağıya doğru düşmesine yol açmıştır.
Korumacılık araçları temelde “tarife” ve “tarife dışı engeller” olmak üzere ikiye ayrılırlar. Tarifeler, dış ticarette ithalât üzerinden alınan dolaylı vergilerdir. 1970’li yılların ortasından itibaren “yeni korumacılık” olarak bilinen tarife dışı engeller önem kazanmaya başlamıştır. Bu engeller, tarifeler gibi şeffaf olmadığı gibi, aksine gizli uygulamalardır. Bunlara örnek olarak ithalât kontrolleri, yardım ve sübvansiyonlar, kamu ihale politikası, yerel üretim politikası, sermaye kontrolleri, döviz kuru politikası sayılabilir.
Yeni korumacılık türü olarak ifade edilen “tarife dışı engellerin” 1970’li yıllardan sonra önemi artmış, “tarifelerin” kullanımı ise görece düşük kalmıştı. Ancak 2018 yılında, dünyanın en büyük iki ekonomisi olan ABD ve Çin ticaret savaşında “tarifelerdeki yüksek artış” ile bir tür “tarifeler savaşı” başlamıştı. Tarifelerdeki bu artış, hiç kuşkusuz dış alıma doğrudan veya dolaylı bağımlı olan yerli tüketici ve üreticileri olumsuz etkilerken, KTZ’ni de rahatsız etti.
Yaşanan bu gelişmelerdeki temel endişe, tarife savaşlarının dünya üretimini ve ticaretini azaltması ve diğer ülkelere yayılmasıdır. Ticaret savaşından olumsuz şekilde etkilenmesi beklenen gelişmekte olan ülkelerin etkilenme dereceleri, bu ülkelerin ABD’den yapılan dış alıma bağlı olup olmamalarına ve ticaret savaşları nedeniyle ortaya çıkacak “fırsatları” kullanabilme yeteneklerine bağlı olacağını düşünmekteyiz.
POPÜLİST-OTORİTER DEVLET
Küreselleşmenin ekonomik düzeni olan neoliberalizm konusunda yukarıda özetlenen gelişmeler yaşanırken, mevcut ekonomik sistemin yaşanan sorunları ve kitlelere yaşattığı sıkıntılar için “algı bükülmesi” yoluyla topluma “tatlandırıcılar sunan” ulusal siyasi yönetim şekilleri ortaya koymuştur. Bir başka anlatımla, yükselen değer olarak, “popülist demokrasiyle” başlayan ve sonrasında “popülist otoriter devletçi” şekline evrilen yeni siyasal örgütlenme biçimi, küresel kapitalizmin içsel çelişkilerinin sonucu ve neoliberalizmin bir ürünüdür.
Neoliberal dönüşüm, kapitalizmi giderek kronikleşen bir bunalıma sürükledi; sistem, dinamizmini ve yenilenme yeteneğini yitirdi. Halk sınıfları sürüklendikleri bunalıma, çaresizliklere karşı dalga dalga tepkiler gösteriyor; bazen ayaklanıyor ve neoliberalizmin yarattığı yıkımın onarılması taleplerinde birleşiyorlar. Egemen çevreler “onarım” seçeneğini kabul etmemekte, halk sınıfları da tepkisini Batı’da neofaşist akımlara yönlendirmekte; gerektiğinde bu akımlarla işbirliğini yeğlemektedir.
Bir bütün olarak bakıldığında, neoliberalizm ile demokrasi birlikteliği bugüne kadar dünya ölçeğinde zaten çok sık rastlanan bir durum değildi. Şimdi bu denklemin birinci ayağında, neoliberal düzenleme rejiminde, büyük bir değişim ortaya çıkmayacaksa -ki bize göre yakın gelecekte çıkmayacaktır-, ikinci ayağında otokratizme yönelişlerin daha belirgin olacağı bir döneme girilmesi beklenebilir. Başka deyişle, neoliberal düzenleme rejiminin sürdürülmesi için artık “rıza mekanizmalarının işleyişinde” sorunlar varsa, baskıcı rejimlerin ve yöntemlerin devreye girmesi daha zorunlu hale gelebilir.
Demokrasi ve otoriterlik arasındaki “popülist demokrasi” olarak da adlandırılan “popülizm”, temel özellikleri itibariyle, tercihlerinde titiz ve tutarlı olmayan bir toplum algısı; çoğulculuk karşıtı halk ve seçkin tanımlaması ve mücadelesiyle, yasa, kural ve kurumlara olan antipatisiyle olağanüstü bir “otoriterlik” potansiyeline sahiptir. Genel olarak popülist demokrasi hareketleri, aksi ispatlanmadığı sürece demokrasi içinde gelişen ve popüler otoriterliğe giden yoldaki ilk adımı oluşturan hareketlerdir.
Sol popülizmin neoliberal politikaların reddi üzerine kurulu olduğu görülürken, sağ popülizmin neoliberalizm ile iç içe olduğu izlenmiştir. Bu iki tür popülist hareket de demokratik bir süreçte seçimlere katılarak yarışsalar bile, iktidara geldiklerinde “hukukun üstünlüğüne saygılı” bir demokrasi içinde kalarak hareket etmedikleri deneyimlenmiştir. Kısa sürede ve hızla evrim geçirerek “otoriter rejimlere” döndüklerini 1920’ler İtalya’sında, 1930’lar Almanya’sında, 1940’lar Arjantin’inde, Peru’sunda, 2000’ler Venezuela’sında, 2020’ler Brezilya’sında görebilmek mümkündür.
Ancak, demokrasinin anayasasının mevcut olmadığı, yasalar, kurum ve kuralların geniş kabul ve destek görmediği yeni demokratikleşme süreçlerindeki ülkelerde görülen “popülist demokrasi” hareketlerinde durum farklıdır. Peru’da Fujimori, Macaristan’da Orban, Polonya’da Kaczyinski, Rusya’da Putin, Türkiye’de Erdoğan, İsrail’de Netanyahu, Hindistan’da Modi, Filipinler’de Duterte gibi liderlerle siyasal hareketlerini yöneterek, demokratik seçimlerle iktidara gelmişlerdi. Sonra kolayca iktidarın yapılan bir değişimle, bu popülist demokrasiyi “popüler bir otoriter rejime” dönüştürmeyi becermişlerdir. Çünkü popülist demokrasi sözcüleri halkın toplumda aşağılandığı, dışlandığı, katılımının engellendiği, daha fazla katılımı ve eşitlik talepleriyle ortaya çıkmaktadırlar. Bu açıdan bakıldığında popülist demokrasi hareketleri, aksi ispatlanmadığı sürece demokrasi içinde gelişen ve popüler otoriterliğe giden yoldaki ilk adımı oluşturan hareketler olarak bir çıkarım yapabiliriz.
Ancak her popülist demokrasi hareketinin çıkışı aynı sona ulaşamamaktadır. Anayasanın, demokrasinin anayasası olarak yaygın kabul gördüğü, hukukun üstünlüğüne güven ve saygı duyulan demokrasi uygulamalarında, yasama, yargı, medya, basın, sivil toplum ve seçmen bu tür hareketleri dengeleyen ve denetleyen etkilerle bir süre sonra etkisiz hale getirebilmektedir. Fransa’daki Ulusal Cephe ve Le Pen liderlikleri, Hollanda’daki Wilders, Britanya’da Farage12, Avusturya’da Haider ve ölümünden sonra Özgürlük Partisi, İtalya’da Salvini ve Kuzey Ligi, hatta Yunanistan’daki Altın Şafak kısa etkiler sonrasında her seferinde demokrasiyi yozlaştıramadan şimdilik geri püskürtülmüşlerdir.
Korona virüsü salgınıyla mücadelede otoriterleşmeye övgüler düzmek, sadece Pekin’in hatasını affetmek anlamına gelmez. Aynı zamanda korona virüsü krizini demokrasi için daha tehlikeli hale getirir: Eğer insanlar hastalıkla mücadele etmenin tek yolunun yetkilerini bir diktatöre devretmek olduğuna inanırlarsa, o zaman tam olarak bunu yapacakları ihtimali de doğar.
Batı basınında Çin’in korona virüsüyle mücadelesinin Batı’ya göre üstünlüğünü ağızlarına sakız yapan makale üstüne makale yayınlanıyor. Bu analizler, Vuhan salgınından sonra Çin’in uygulamaya koyduğu tavizsiz karantina önlemlerini örnek göstererek, liberal demokrasilerin hastalığın yayılmasını engellemek için gerekli katı önemleri almakta başarısız olduklarını ima ediyorlar. Bu, aynı zamanda, Çin hükümetinin propaganda aygıtlarının da seve seve tekrarladığı bir mesajdır.
Covid-19’la mücadelede herhangi bir siyasal rejimin bir diğerine göre sistematik olarak daha iyi işlediğine dair elimizde somut bir kanıt yoktur. Çin’in nihayetinde iyi bir yönetişime evrilen tepkisi, başlangıçta kabahat olarak nitelendirilebilecek derecede yavaştı – bir diğer bilindik otoriter rejim olan İran’ın ilk tepkisi de benzerdi. Bu arada Güney Kore ve Tayvan gibi demokrasiler ise, belki de dünyamızdaki en iyi mücadele örneklerinden bazılarını geliştiren ülkeler oldular.
SONUÇ
Temel görevini “küreselleşmeyi” desteklemek ve yaygınlaştırmak olarak özetleyebileceğimiz “neoliberalizm” isimli ekonomik sistem, Eylül 2008’de zirveye varan “küresel finans krizi” üzerine alınan “gevşek para” ve “teşvik” politikası sonrası yeniden canlanmıştı. Sonuçta gelişmekte olan ülkelerin önemli bir bölümü “ekonomik büyümelerini” artırmış, gelişmiş ülkeler de küçülmelerini durdurmuş ve bir kısmı, düşük oranlarda da olsa yeniden büyüme tüneline girmişti.
Bu büyüme, 2019’un son aylarında Çin’de başlayan ve sonra hızla tüm dünyaya yayılan korona salgını etkisiyle daha da kaygı verici hale gelen “kırılganlığa” kadar sürdü. 2020’nin Mart Ayı’ndan sonra iyice etkisini arttıran ve halen tüm hızıyla süren Covid-19 salgını ile mal ve insan dolaşımının sınırlanmış olması, ülke ve bölgeler arasındaki “ticaret savaşlarının” önemini arttırdı. Yaşadığımız zaman diliminin güncel sorunları, ekonomik olarak “serbestleşmeden korumacılığa”, siyaset penceresinden de “demokrasiden ‘popülist demokrasiye’ sonrasında da otoriterleşmeye” şeklinde formüle edilen konuları gündeme yerleştirdi.
Neoliberal küreselleşme, uluslararası serbest ticaret rejimini, ekonomide devlet müdahalesinin azaltılmasını, kamusal hizmetlerin özelleştirmelerini teşvik etmiş ve desteklemiştir. Oluşturulan bu yeni düzen içerisinde ulus-ötesi firmalar, imalatlarını veya imalatlarının bir kısmını, işgücünün ucuz ve vergilerin nispeten düşük olduğu ülkelerde yaptırma olanağı bulmuş ve bundan da epey kazançlı çıkmışlardır. Keza bu dönemde uygulama alanı bulan ileri derecede teknolojik gelişmeler ve üst düzey otomasyonlar yüksek büyüme, artan kâr oranları ve üretimde verimlilik yaratmış; mal ve hizmet fiyatlarını düşürmüştür. Son 40 yılın ekonomik düşüncesine damga vuran söz konusu sistemin bir ölçüde olumlu bu sonuçlarına karşın, bir kısım ülkelerde işsizliği artırmak veya işçi ücretlerini azaltmak gibi sonuçları da yaşanmıştır.
Günümüzde, bir ölçüde kurallara dayalı bu liberal dünya düzeninin sallantısı yaşanmaktadır. Dünya nüfusunun yarısından fazlası otokrat liderler ve demagoglar tarafından yönetilmektedir. Fakat yine de, bu fikrin son 40 yılın neoliberal ekonomik düşüncesine damga vurduğunu söylemek gerek.
Neoliberalizmin uygun gördüğü küreselleşme, birey ve toplumları kendi kaderlerinin önemli değişkenlerini tayin etme yetisinden alıkoydu. Neoliberalizm ve demokrasinin eş zamanlı olarak düşüşe geçmesi ise, tesadüf ya da basit bir bağıntının sonucu değildir. Çünkü neoliberalizm, 40 yıldır “demokrasi yönetim sisteminin” altını oymaktadır. Popülist demokrasi hareketleri, aksi ispatlanmadığı sürece, demokrasi içinde gelişen ve “popüler otoriterliğe” giden yoldaki ilk adımı oluşturan olgular olduğu görülmektedir.
Bu sürecin sonunda, bir diğer anlatımla ekonomi alanında “neoliberalizm”, yönetim sistemindeki “popülist demokrasi” uygulamalarının, jeopolitik kaygıları arttırdığı; ticaret savaşları, petrol savaşları, korumacılık uygulamalarına yol açtığı izlenmiştir. Diğer yandan da halk yığınları için ırkçı ve yabancı düşmanı, azınlık haklarını tanımayan, göçmen ve sığınmacı düşmanı bir harekete dönüşme söz konusu olmuş ve bu olgu, “etnik milliyetçi” bir zeminde kolayca “faşist” hareketlerin militan temelini oluşturmuştur.
Yükselen değer olarak “popülist demokrasiyle” başlayan ve sonrasında “popülist otoriter devletçi” şekline evrilen yeni siyasal örgütlenme biçimi giderek yaygınlaşmaktadır. Mevcut neoliberal ekonomik sistem dinamizmini ve yenilenme yeteneğini yitirmiştir. İnsanlardan yükselen tepkiler giderek artmaktadır. Halk sınıflarının neoliberalizmin yarattığı yıkımın onarılması talepleri, egemen çevrelerde kabul etmemektedir. Bu durumda Batı’daki halk sınıfları neofaşist akımlara yönelmektedir.
Son 40 yıldır yaşananlar ve günümüzdeki yansımaları dikkate alındığında, bireysel özgürlükler ve hakların hukuk devleti güvencesi altında korunduğu bir rejime geri dönülmesi artık mümkün olmayacak gibi durmaktadır. Çünkü geçen sürede seçmenlerin algı ve değer yargıları “zehirlenmiş”, demokrasiyi koruyan kurum ve hukuki alt yapılar da birer birer yok edilmiş durumdadır. Bunun yerine, halk ile lider arasında kurulan “kurumsal nitelik taşımayan” dengenin hakim olduğu ve denetimin olmadığı veya en aza indirildiği bir yönetim şekli hayata geçirerek; kişisel, keyfi, yasaları dikkate almayan bir “otoriter yönetim” yerleştirilmiştir. Onun içindir ki, tersi ispatlanana kadar popülist demokrasi girişimlerinin, demokrasiyi içeriden değiştirerek otoriter bir rejim kurmanın ilk adımı olarak kabul edilmesi gerektiğini söylüyoruz.
Son olarak, ne dünyada ne de Türkiye’de halk tepkilerini “bütüncül bir anti-neoliberal program” çerçevesinde iktidara taşıyabilecek “kitlesel bir siyasi hareket” bulunmaktadır. Merkez-sol veya sosyal demokrat hareketler, neoliberal programın yürütücülüğü veya savunuculuğu çizgisinden çıkamamışlardır. Bir diğer ifadeyle karşı hareket potansiyellerinden ayakta durmaya çalışanların da alternatif üretme gücü ve ideolojik konumlanması görünmemektedir. Hatta daha ileri giderek, İngiltere’de Corbyn’in, ABD’de Sanders’ın temsil ettiği çıkışlar bile, eğer gerçekleşebilselerdi, ancak bütüncül değil parçalı bir düzeltme programına girişeceklerdi diyebiliriz.
Ersin DEDEKOCA
16 Ekim 2020
__________________________________________________
[1] Helleiner, E. Crisis and Response.Five Regulatory Agendas in Search of an Outcome. International Politik und Geselschaft(1), 2009, s. 11-26.
[2] Harvey, David. “What Is Neoliberalism?”, Tribune, 29.12.2019, https://tribunemag.co.uk/2019/12/what-is-neoliberalism (erişim t.13.10.2020)
[3] . Stiglitz, Joseph E. “The End of Neoliberalism and the Rebirth of History”, Project Syndicate, 4.11.2019, https://www.project-syndicate.org/commentary/end-of-neoliberalism-unfettered-markets-fail-by-joseph-e-stiglitz-2019-11 (erişim t.14.10.2020)
[4] Rooduijn M.